Gözyaşından gülyaşına...
Ağlayacak ne var ki diye sordu. Ağlamayacak ne var ki dedim. Çocukken de böyleydim. Yaklaşmak ağlatıyor. Anlamaya başlamak, içine doğru ilerlemek, yakınlaşmak ağlatıyor. Lisedeyken bir gün okul kırmış...
Ağlayacak ne var ki diye sordu. Ağlamayacak ne var ki dedim. Çocukken de böyleydim. Yaklaşmak ağlatıyor. Anlamaya başlamak, içine doğru ilerlemek, yakınlaşmak ağlatıyor. Lisedeyken bir gün okul kırmış, sahilde gezmeye gitmiştik birkaç arkadaş.
Eğer yakalanırsak birimiz ağlamaya başlasa, çok dertli olduğunu söylese, yırtarız dedi birimiz. Tamam ben ağlarım dedim, sorun değil.
Çok geçmeden büyük sınıflardan birinin öğretmeni bizi yolda gördü ve şüpheli gözlerle bakmaya başladı. Yanımıza yaklaştı. Anında gözlerim doldu, sicim gibi yaşlar akmaya başladı yanaklarımdan.
Bir şeyler geveledim herhalde. Fakat içtenlikle ağlamamdan etkilenmiş olacak ki, dediklerimi pek anlamamış da olsa, ikna oldu, bıraktı bizi gitti.
Nasıl yaptın bunu diye şaşırdı iki arkadaşım da. Bunda zor bir şey yok. Ağlayacak çok şey var dedim. Ne zaman gerekirse!
***
Ağlamanın evet, benim gibi içeriden bakmaya eğilimli birinde daha ziyade özdeşleşmek, hemhal olmak, halleşmek gibi bir niteliği var. Anlamaya doğru bir adım attığımda hak versem de vermesem de, yakınlaşıyorum, içine giriyor, içime alıyorum. Elbette çoğunlukla olumsuzluklar oluyor içime çektiğim. Bedeli de ağır oluyor. Ama elinde mi derseniz... İçeriden bakma eğilimi bir maharet değil, fıtri özellik.
Dışarıdan bakmakta ise öylesine zorlanıyorum ki, pek çok kişinin ağlayacağı büyük felaketler, dehşet olaylar karşısında umulmadık şekilde serinkanlı kalabiliyorum. İçim ağlasa da gözlerim kuru kalabiliyor.