Doğmayan “Hürriyet”
Yüz dokuz yıl önce modern siyasetimizin başlangıç noktasını oluşturan bir gelişme yaşanmış ve 23 Temmuz (Rumî takvim ile 10 Temmuz) günü, dönemin söylemini tekrarlayacak olursak, hürriyet "ilân"...
Yüz dokuz yıl önce modern siyasetimizin başlangıç noktasını oluşturan bir gelişme yaşanmış ve 23 Temmuz (Rumî takvim ile 10 Temmuz) günü, dönemin söylemini tekrarlayacak olursak, hürriyet "ilân" olunmuştu. Siyasal partiler, parlamenter rejim, gerçek anlamda seçimler, yasama-yürütme dengesi benzeri gelişmeleri doğuran bu "ilân" 1935'e kadar "millî bayram" olarak kutlanmış, sonrasında ise unutulma duvarının arkasında kalmıştır.
İlginç olan 1908'de "ebediyen" "ilân" edildiği ve alanının sürekli biçimde genişleyeceği düşünülen "hürriyet"in imparatorluktan cumhuriyete ulaşan bir süreçte ancak "teneffüs araları"nda yaşanabilmiş olmasıdır.
Bu genişlikteki bir zaman dilimi, "hürriyetin doğmaması"nın liderlik ve siyasal örgütlenmeler üzerinden açıklanabilmesini imkânsız kılmaktadır. Dolayısıyla konuya "yapısal" bir sorun olarak yaklaşmak anlamlıdır.
Siyaset, "dava," "hürriyet"
109 yıl önce ilân edilen "hürriyet" sonrasında bürokratlar ile sarayın "hikmet-i hükûmet" temelli "siyasa yapımı"ndan uzaklaşmaya çalışan "siyaset," katılımcı ve çoğulcu bir toplumun aracı haline gelme arzusunu dile getirmiş, ancak bu kısa ömürlü olmuştur. 1912'ye kadar geçen süredeki değişim ve özgürlük alanı genişlemesi şüphesiz göz ardı edilemez.
Benzer bir "hürriyet" ortamının oluşumu için Türkiye'de 1950 seçimleri sonrasına kadar beklemek gerekmiştir. 1908'de Osmanlı coğrafyasında yer alan ülkelerin önemli bir bölümünde örneğin Suriye ve Irak'ta ise böylesi "hürriyet"in yeniden yaşanması mümkün olamamıştır.
Buna karşılık, konuya Türkiye üzerinden yaklaşacak olursak, "hürriyetin ilânı"ndan bir asrı aşkın süre sonrasında gelinen noktanın fazlasıyla hayal kırıcı olduğunun vurgulanması gereklidir. 1908, 1923, 1950 benzeri kırılma noktalarında küresel ölçekte anlamlı yerlerde duran ve ciddî gelişim potansiyeline sahip olduğu düşünülen Türkiye, kısa "teneffüs araları" sonrasında "alt-orta düzey" hürriyet, demokrasi ve çoğulculuk çıtasının üzerine çıkmaya muvaffak olamamıştır.
Bunun temel nedenlerinin başında siyasetin kavramsallaştırılma biçimi gelmektedir.
Kültleştirilen örgütlenmeler aracılığı ile "mega tasavvurlar"a ulaşımın aracı olduğu düşünülen "siyaset"in toplumla ilişkisi fazlasıyla zayıf olmuştur. "Hâkimiyet-i millîye," "millî irade" benzeri söylemlerin üzerini örtemediği bu gerçeklik, "siyaset"in toplumsal taleplere cevap verme işlevini ikinci plana iterek onu "ezelden ebede süren davalar"ın aracı haline getirmiştir. Bu ise çoğulculuk hassasiyeti oldukça sınırlı, temel hedefi demokrasi ve özgürlükler olmayan bir siyaset anlayışının kurumsallaşmasına yol açmıştır.
Bu "siyaset" yaklaşımının, "millî hâkimiyet" söylemine karşılık geleneksel "hikmet-i hükûmet" anlayışından kopamaması sorunu daha da derinleştirmiştir.
Dolayısıyla "demokrasi" gibi "hürriyet" de bir "muhalefet" söylemi olmanın ötesine geçemeyerek hakiki anlamda "iktidar" olamamış, fazla anlam taşımayan tarihî gelişme ve kişiliklerle ilişkilendirilen "mega tasavvurlar"ı gerçekleştirmeye çalışan "dava siyaseti" ona aslî bir hedef olarak yaklaşmamıştır.
Bunun neticesinde ise "hürriyet" söylem düzeyinde kutsanan, ancak "davanın selâmeti" gereği kendisinden "geçici olarak" fedakârlıkta bulunulabilen bir değer haline gelmiştir. Bu "geçici" süreler ise Tek Parti döneminde yaşandığı gibi "açık uçlu" olabilmiş ve uzun zaman dilimlerini kapsayabilmiştir.
Hangi "kimlik"in "hürriyet"i
"Hürriyet," demokrasi ve çoğulculuk alanlarında üst lige çıkma hayallerimizin her kırılma sonrasında yükselen beklentilere rağmen karşılık bulamamasının bir diğer temel nedeni de toplumun tümünü kapsayacak bir tasavvur geliştirme alanında yaşanan başarısızlıktır.
1908 yazında Rumeli şehirlerinde hürriyet "ilân" edilirken, ortak toplantıların yanı sıra değişik etnik ve dinî grupların mensupları da özgün gösteriler yapmışlardı.
Anadolu ve Arap vilâyetlerinde tekrarlanan benzer nümayişlerde açılan "hürriyet, müsavat, uhuvvet, adalet" pankartları da bunları, söylem düzeyinde tüm Osmanlılar, gerçekte ise farklı etnik ve dinî topluluklar adına talep ediyordu. Asırlardır kendilerine özgü ayrıcalıklar edinme ve özerkliklerini artırma amacıyla merkezle pazarlık eden topluluklar "cemaat siyaseti" sınırlarını aşarak "toplumsal siyaset"e geçmekte fazlasıyla zorlanmışlardır.
Bunun neticesinde "İnkılâb-ı Kebîr" ve "Millî Mücadele" gibi büyük başarıları sahiplenen İttihad ve Terakki Cemiyeti ile CHF/P benzeri örgütlenmelerin farklı toplulukları kapsama iddiasındaki "siyaset" yapımı dahi, son tahlilde ,"kimlik siyaseti"nin örtülü biçimde ve "sağ-sol" benzeri kavramsallaştırmalar altında sürdürülmesini önleyememiştir.
"Kimlik siyaseti"nin "doğal" siyaset biçimi olması ise onunla "hürriyet" arasında karmaşık bir ilişkinin şekillenmesine yol açmıştır.
Kimlik siyaseti özgürlüklerin sınırlandığı dönemlerde görünür olmaktan çıkarak azaldığı izlenimini vermiş, buna karşılık "hürriyet"in genişlemesi "kimlik siyaseti"ne ivme kazandırmıştır.
Toplumumuz yüz yılı aşkın bir süre içinde hem "özgürlükler"in yükseldiği hem de "kimlik siyaseti"nin gerileyerek, toplumun tümü için geliştirilmiş tasavvurların öne çıktığı bir gerçekliği yaratamamıştır.
Türkiye bugün dahi "kimliklerin özgürleştiği" ama "kimlik siyaseti"nin marjinalleştiği bir toplum olabilmenin oldukça uzağındadır. Değişik "kimlikler"in "doğal siyaset adresleri"nin bulunduğu, farklı yerlere gitme girişiminde bulunanların topluluk dışına itildiği Türkiye'de, bunu aşma iddiasında olan örgütlenmeler dahi, en fazla "kimlikler koalisyonu" oluşturabilmektedir.
Böylesi bir temelde yapılan siyaset ile "iktidar"ın tüm toplum adına, herkesi kapsayacak "özgürlükçü" adımlar atmasının kolay olmadığı ortadadır. Toplumsal özgürlükleri "genişletme" şiarı ile "iktidar" olanlar, bunu kendi "cemaatler"i dışına teşmil girişiminde bulunduklarında, şiddetli bir iç direnç ile karşılaşmaktadır.