Kalkınmacılığın Türkiye serüveni

Kalkınmacılık/ Gelişmecilik (Developmentalism) II. Dünya Savaşı sonrasının önemli ideolojilerinden birisi olmakla kalmayarak değişik siyasal pratiklerin de düşünsel zeminini oluşturmuştur. Bu değerlendirme...

Kalkınmacılık/ Gelişmecilik (Developmentalism) II. Dünya Savaşı sonrasının önemli ideolojilerinden birisi olmakla kalmayarak değişik siyasal pratiklerin de düşünsel zeminini oluşturmuştur. Bu değerlendirme yapılırken, ideolojik çerçevede "kalkınma" kutsamasının "kalkınma siyasaları geliştirme" ve planları yapmaktan farklı olduğunun altı çizilmelidir. Bunlardan birincisinde "kalkınma" "belirlenme" yerine "belirleyici" bir işlev görmekte ve kendi başına bir "değer" ve "öncelikli hedef" haline gelmektedir.

Tek Parti'ye tepki mi?
"Kalkınmacılık"ın Türkiye açısından önemi onun 1950 sonrasında kısa aralıklar dışında egemen ideoloji işlevi görmesinden kaynaklanmaktadır.
Türkiye, "modernleşme"yi bir kültürel ve estetik dönüşüm programı olarak gören ve bunun tedricen "sosyal modernleşme" yaratacağını düşünen bir ideolojiyi benimseyen Tek Parti rejimi sonrasında farklı bir yaklaşıma yönelmiştir. Bunun neticesinde "maddî kalkınma"yı kutsayan, ama bunu, eski rejimin "ilerlemeci kültürel dönüşüm programı"nı reddeden bir "muhafazakârlık" ile harmanlayan bir ideoloji değişik siyasal hareketlerin düşünsel arka planını oluşturmuştur.
Bu açıdan bakıldığında kalkınmacı muhafazakârlığın "tepkisel" bir ideoloji olduğu yorumu yapılabilir; ancak bu derinlikten yoksun bir değerlendirme olur. Şüphesiz Tek Parti rejiminin 1929 sonrasında yaşanan Büyük Depresyon ve II. Dünya Harbi'nin daha da sorunlu hale getirdiği devletçi iktisat siyasetleri ile zikrettiğimiz yukarıdan aşağıya kültürel dönüşüm programına duyulan tepkiler bu ideolojinin şekillenmesinde önemli rol oynamıştır.
Fakat "kalkınmacılık"ın sömürgecilik sonrası dünyasında küresel düzeyde cazibe kazanan bir ideoloji olduğu ve Doğu Asya, Pasifik ve Latin Amerika'da da Türkiye'dekine benzer revaç bulduğunu unutmamak ve onu "kendimiz merkezli" yaklaşımlarla açıklamak konusunda ihtiyatlı davranmak gerekir.

Kalkınma ve demokrasi
"Kalkınma"yı fetişleştiren "kalkınmacılık" demokrasi ile ilginç bir ilişki geliştirmiştir. "İkinci Demokrasi Dalgası"nın yaşandığı II. Dünya Harbi sonrası gerçekliğinde "kalkınmacılık," temel hedefi ile demokrasi arasında belirleyicilik ilişkisi bulunduğunu savunmuştur.
Bu yaklaşım "kalkınma"nın uzun vâdede çoğulcu topluma dönüşümü sağlamasının doğal olduğunu savunmakla kalmayarak onu "demokrasi"nin altyapısını oluşturacak bir gelişme olarak kavramsallaştırmıştır. Dönemin "siyasal modernleşme literatürü" de bunu desteklemiştir. W. W. Rostow, S. M. Lipset ve Gabriel Almond benzeri akademisyenler, "geleneksel"den "modern toplum"a geçiş için tarihselci şablon üreten bir yaklaşımla "aşamalar" kurgulamış ve "kalkınma" ile "modern demokratik toplum" arasında mekanik belirleyicilik ilişkisi tesis etmişlerdir.
Varsayılan bu ilişkinin anlamlı olmadığı, "kalkınma"nın "demokrasi" yerine "paternalist" ve "otokratik" rejimleri de şekillendirebileceği, "liberal" değil "devleti merkezine yerleştiren" ekonomi programları ile teknokratik hükûmet yaklaşımını ön plana çıkaracağı ve gelişen toplumların hepsine uygulanabilecek bir "şablon" bulunmadığı en önemlilerini Doğu Asya ülkelerinin oluşturduğu değişik örneklerle kanıtlanmıştır.
Siyasal modernleşme literatürünün temel varsayımının doğru çıkmaması, güçlü "kalkınmacı" ideolojilerin siyasete egemen olduğu toplumlarda önemli bir sorun olarak görülmemiştir. Kalkınmaya atfedilen önem onun altında gerçekleştiği rejimi önemsizleştirmiş, bunun da ötesinde Endonezya, Malezya, Myanmar, Singapur benzeri ülkelerde geliştirilen "Asya Değerleri" benzeri kavramsallaştırmalar aracılığıyla "çoğulculuk" ve "Batı" ile özdeşleştirilen liberal demokrasinin hızlı gelişmeyi engelleyebileceği düşüncesi savunulmuştur.

Kalkınmacılığımızın evrimi
"Kalkınmacılık" yirmi birinci asra ciddî dönüşümlerle ulaşmış ve "Washington Oydaşması (Consensus)" çerçevesinde neoliberalist yaklaşımlarla bağdaştırılmaya çalışılmıştır. Bu değişimin Türkiye'de egemen ideoloji haline gelen "kalkınmacı muhafazakârlık"ı da etkilediği şüphesizdir; ancak örneğimizin farklı bağdaştırmaları kapsadığı ortadadır.
"Kalkınmacılık" ideolojisinin Türkiye'deki evrimi ele alındığında, onun, ulaşıldığında "demokrasi" doğuracağı düşünülen bir başlangıç sonrasında, tedricen "çoğulculuk"u önemsizleştirici bir çizgiye kaydığını görmek mümkündür.
"Muhafazakâr" bileşene de sahip Türk kalkınmacılığı bu açığı "Asya değerleri"ni andıran "millî değerlerimiz" (burada söylenilmeye çalışılan "Asya"ya da herhangi bir kültüre ait "değerler"in örneğin, Samuel Huntington'ın savunduğu gibi "Konfüçyusçu ahlâk"ın, demokrasiyi engellediği değildir) ve Doğu Asya'da dile getirilene benzer "Batı medeniyeti eleştirisi" ile kapatmaya çalışmıştır. Kalkınmacılık ideolojimiz 1990'lar sonrasında bir yandan bu eleştirileri sürdürürken öte yandan da neoliberalizm ile eklemleşmeye çalışmıştır.
Bu açıdan değerlendirildiğinde kalkınmacılığımızın eklektik karakter taşıdığı ve bağdaştırılması kolay olmayan parçaları bir arada tutmaya çalıştığı vurgulanabilir. Ancak zikrettiğimiz evrimin en önemli neticelerinden birisi "kalkınma"nın "demokrasi" ile mevcut ilişkisinden bağımsız olarak "kutsanması" ve öncelikli toplumsal hedef haline getirilmiş olmasıdır.

Öncelikli, tek hedef
Bunun Türkiye gibi def'atle sınırına geldiği "liberal demokrasiye dönüşme eşiği"ni aşmakta başarısızlıklar yaşayan bir toplum için önemli bir sorun teşkil ettiği ortadadır. Diğer ana akım siyaset yaklaşımı olan "devletçi modernleşmecilik"in tabiatı ve taşıdığı tarihî bagaj gereği "demokrasi" ve "çoğulculuk"a mesafeli yaklaşmasının durumu daha da vahim hale getirdiği şüphesizdir.
Egemen ideoloji durumundaki kalkınmacılığın da "demokrasi"yi ikinci plana atan ve bu alanda doğan açığı "özgün değerler" ile kapatmaya çalışan bir noktaya gelmesi "çoğulculuk," "katılım," "özgürlükler" benzeri konuları "siyaset"in öncelikler listesi dışına itmektedir.
Kalkınma siyaset ve stratejileri geliştirmesi modern toplumların önemli gündem maddelerinden birisidir. Sorun "kalkınmayı önemseme" ve "kalkınmaya çalışma" değil, "kalkınmacılık"ın bir ideoloji olarak "demokrasi"yi toplumun önceliği olmaktan çıkartması ve gerekirse ondan fedakârlık edilmesi yaklaşımını meşrulaştırmasıdır.
Bu nedenle Türkiye'nin önünde bilhassa geçmiş dönemlerde siyasal muhalefetin sıklıkla savrulduğu türde "kalkınma karşıtlığı" türünden bir seçenek bulunmamaktadır. Türkiye şüphesiz kalkınmalı, dünyanın sayılı ekonomileri arasına girme iddiasını sürdürmeli ve bu alanda yüksek hedefler koyarak onlara ulaşmaya çalışmalıdır. Buna karşılık, "kalkınma"yı tek başına toplumsal öncelikler hiyerarşisi piramidinin tepesine yerleştiren "kalkınmacı ideoloji"nin varsaydığının tersine bu hedefler "demokratikleşme ve çoğulculuk" alanında fedakârlıkta bulunulmasını zorunlu kılmamaktadır.
Bu çerçeveden değerlendirildiğinde Türkiye'deki egemen "kalkınmacı muhafazakârlık" siyasetinin "demokrasi" ve "çoğulculuk" ile ilişkisini gözden geçirmesinin anlamlı olacağı ortadadır.

YAZININ DEVAMI
ÇOK OKUNAN YAZARLAR
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Unuttuğumuz savaş 18 Kasım 2018 | 3.763 Okunma İstiklâl Marşı’nı okuyarak ırkçılık mı yapıyoruz? 11 Kasım 2018 | 5.669 Okunma Otoriter ritüel ve söylemleri eleştirmek “Türklük” karşıtlığı mıdır? 04 Kasım 2018 | 2.470 Okunma “Temsilî demokrasi” krizinde Türkiye 28 Ekim 2018 | 4.277 Okunma “Millî irade-vesayet” kısır döngüsünü kırmak 21 Ekim 2018 | 4.550 Okunma
TÜM YAZILARI
Yorumlar