Necip Fazıl'ı orta yere çıkaran şartlar

Avrupa’da müspet bilimler geliştikçe, din önemini yitirmeye başlamıştı. Oysa hayatın iki kaynağı vardı; biri din, yani metafizik, diğeri ilimdir. İlim cemiyette medeniyetin, metafizik kültürün...

Avrupa’da müspet bilimler geliştikçe, din önemini yitirmeye başlamıştı. Oysa hayatın iki kaynağı vardı; biri din, yani metafizik, diğeri ilimdir. İlim cemiyette medeniyetin, metafizik kültürün oluşmasını sağlar. Bütün sanatların, bir başka söyleyiş ile insani faaliyetlerin kaynağı dinlerdir; bunda başarılı olamayan milletler, başarılı olanlara kol kuvveti olarak katılmaları, yani asimile olmaları sosyal kanundur. Tabiatın koynunda mutlu yaşamak için verilen savaşta ise en büyük yardımcımız ilimdir. İlimler bizde beyin oluşturur; bizi güce kavuşturan beynimiz aynı zamanda kendimizi, yani menfaatimizi duyurur. Temelini dinde bulan vicdanımız ise bize başkasını düşündürür.  Vicdanı teşekkül etmeyen bir insanın, beyninin güçlenmesi ne büyük felakettir; toplum için azgın bir domuzdan daha tehlikeli hale gelir. İlim bize güç, metafizik bize sorumluluk verir. Özetle ilim ve metafiziğe sahip toplumlar, hem güçlü olurlar hem de geleceğin

***

Müspet bilimlerle Batı’nın beyni geliştikçe, önemini yitiren din anlayışlarıyla beraber vicdanları da törpülendi; gittikçe hırsları, ihtirasları ön plana çıkmaya başladı. İşte Avrupa’nın acımasız sömürgeciliği buradan doğdu. İhtirasları gem tanımaz hale gelince, karşılarında iyice cılızlaşan manevi değerler, gelenekler duramaz oldular. Maneviyatın, geleneklerin bulunmadığı yerde, yozlaşmanın boy atması tabiidir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın getirdiği açlık ve kıtlık ihtirasları iyice kamçılayınca, Avrupa’daki aşınan manevi değerler iyice güçsüzleşti; yozlaşma alevlendi. Üç yüz yıldan beri dünyaya yön veren Avrupa kıtasında, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tüm insanlığa hitap eden bir beyin yetişmedi.

***

O dönemde biz de Avrupa’nın peşinden gidiyorduk; üstelik çok güçlü olan kilise teşkilatını andıran, manevi dünyamızı düzenleyen bir yapılanma yoktu. Bu yüzden Avrupa’da yüzyıllar boyunca oluşan yozlaşmanın bizde etkisini çok çabuk göstermesi tabii idi. Üç gün okula giden çocuğumuz annesini babasını beğenmiyor; babasının fesine, annesinin başörtüsüne düşman kesiliyordu. Yöneticilerimiz de Batılı olabilmemizin biricik yolunun metafizikten ve tarihten kopmak olduğunu düşünüyor; bütün bilim yuvalarını bu gaye ile düzenliyorlardı. Bu unsurlar da bizim yozlaşma girdabında boğulmamızı hızlandırmıştı. Said Nursi, Süleyman Tunahan, Abdülhakim Arvasi, daha pek çok muzdarip sürüklendiğimiz felaketten bizleri kurtarmak için canlarını dişlerine takmış, mücadele ediyorlardı.  Çağın imkânlarıyla donanmış güçle, bu imkânlardan mahrumların bir savaşıydı; adeta güvercinlerin tanklara karşı koymaları gibiydi. Ecdat yadigârı bu topraklarda, dünyada emsali görülmemiş orantısız bir mücadele yaşanıyordu. Cübbeli, sarıklı, sakallı bu insanlar idraklerini ve şahsiyetlerini apayrı bir dünyada bulmuşlardı; yeni nesillere hitap etmeleri çok güçtü. Sadece dünyaları değil, kelimeleri, telakkileri, zevkleri de farklı idi. İşte bu hengâmede ortaya bir ses düştü: “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak!” diyordu.

Bu ses tarihin derinliklerinden manevi dünyamızı yüklenerek geliyordu; hem de o günün gencinin anlayacağı kadar taze ve gür idi:

YAZININ DEVAMI
ÇOK OKUNAN YAZARLAR
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Nene Hatun 10 Aralık 2017 | 444 Okunma Nöbetçi 03 Aralık 2017 | 195 Okunma Mehmet Fatih Gökmen 26 Kasım 2017 | 249 Okunma Tarihimizde önemli bir tartışma II 19 Kasım 2017 | 267 Okunma Tarihimizde önemli bir tartışma! 12 Kasım 2017 | 253 Okunma
TÜM YAZILARI
Yorumlar