Sinema düşü
Sinema benim için hep ışıklı bir düş gibiydi, çoğu zaman hayalî ve gerçeklerden uzak. Ama bu rüyaları seviyordum. Hiç bir zaman uzak durmadım bu yüzden beyaz perdeye. Henüz...
Sinema benim için hep ışıklı bir düş gibiydi, çoğu zaman hayalî ve gerçeklerden uzak. Ama bu rüyaları seviyordum. Hiç bir zaman uzak durmadım bu yüzden beyaz perdeye. Henüz küçücükken ailece gittiğimiz Gazi Sineması’nda Belgin Doruklu, Ayhan Işıklı, Ömercikli, Ayşecikli filmleri seyrederken uyuyakalıyormuşum ve eve abimin sırtında getiriliyormuşum. Ama o seyrettiğim sahneler hafızamdan hiç silinmedi. Çoğu zaman rüyalarıma girdi. Ben de kendimi Ömercik’in yerine koyar, onun gibi düşünür, hayal kurardım.
Uzak şehirden memleketimize gelen akrabamız Zihni’nin kendi yaptığı acemi sinema, bana çok büyüleyici gelmişti o zamanlar. Ses yoktu, sadece görüntü vardı. Kovboylar ve kızılderililerin savaşıydı bu. Ama Zihni, amatör ruhla yaptığı bu basit sinemayı, sesinden ses katarak canlı tutmaya çalışıyordu. Ona nasıl da imrenirdim. “Ne kadar başarılı, ne güzel film yapıyor, keşke ben de yapabilsem?” diyordum. Ama sadece seyirci olmak da fena sayılmazdı.
Gün geldi, büyüdük biraz. Delikanlılık yıllarımızda yine sinemadan uzak kalmadık. Kışları Özgen Sineması’nın o efsunlu salonunda, sıcak havalarda ise Arasta’nın yanında kurulan yazlık sinemada film seyrederdik. Artık ailenin dışında genç arkadaşlarla birlikte giderdik sinemaya. Sadri Alışıklı, Münir Özkul’lu filmler çekici ve sevimliydi. Sinema, hayal gücümüzü artırıyor, zihin dünyamızda yeni ufuklar açıyordu. Dimağımız, bir yandan edebiyatla beslenirken sinema ile de hayal gücümüzü zenginleştirmeye çalışıyorduk.
İstanbul, biraz da sinema şehridir. Çünkü artistlerin çoğu bu büyükşehirde yaşar. Bu düşünce, bizi hep Beyoğlu’na çekmiştir. Ama Anadolu’dan gelen bir çok delikanlı gibi hayal kırıklığı yaşamışızdır genellikle. Dışarıdan seyretmekle yetindiğimiz ‘Artistler Kahvesi’nde ise daha ziyade ‘kötü adam’ olarak tanıdığımız ve pek hoşlanmadığımız tipler olurdu: Erol Taş, Behçet Nacar, Hayati Hamzaoğlu ve diğerleri... Yine de onları dünya gözüyle görebilmek bizde inanılmaz bir heyecan uyandırıyordu. Ne de olsa o kendimizle özdeştirdiğimiz jönler’le, Anadolu tabiriyle ‘esas oğlan’larla birlikte film çeviriyor, hatta bu talihli ‘kötü’ amcalar onlardan habire dayak yiyorlardı.
Önce sinema salonlarında sonra da televizyon ekranlarında yüzlerce, binlerce film seyrettik. Kimi beyhude gelip geçti, kimi iz bıraktı bende. Ama konusu pek iyi olmasa da eski Yeşilçam filmlerine hep bağlı kaldım. Bu filmlerde sadece oyuncuları seyretmiyordum artık. Eski şehir hayatı, bilhassa İstanbul manzaraları, kahramanların ve oyuncuların birbirlerine kibar şekilde hitap tarzları, Türkçeyi mükemmel biçimde telaffuzları olağanüstüydü.
Pek çok yönetmen tanıdım, bazılarıyla dostluğum da oldu. Metin Erksan, Halit Refiğ, Osman Seden tanıdığım rejisörlerdi, ama Yücel Çakmaklı sadece bir sinema adamı değil benim için idealist bir insan, bir ağabey ve mümin bir insandı. Vefatından kısa bir süre önce Sapanca’da karşılaşmıştık. Bir kır kahvesinde çaylarımızı içerken ona bir projeden bahsetmiştim: “Safiye Erol’un Ciğerdelen romanı çok güzel, keşke filmi yapılsa, mümkünse siz çekseniz!” O da heyecan adamıydı, tekliflere ve projlere açıktı. Şöyle dedi: “Onu okumadım ama Sâmiha Ayverdi’nin Batmayan Gün isimli romanı çok güzeldir. İyi bir film çıkar ondan. Bunu TRT için düşünelim ve çalışmaya başlayalım.”