Acun Ilıcalı’da olup da Şeyma Subaşı’da olmayan nedir?
Acun Ilıcalı başarılı sayılıyor çünkü bir televizyon spikeriyken televizyon sahibi oldu. Ve ondan olağanüstü bir başarı hikayesi gibi söz ediliyor. Çok iyi kalpli biri falan olabilir ama ben...
Acun Ilıcalı başarılı sayılıyor çünkü bir televizyon spikeriyken televizyon sahibi oldu. Ve ondan olağanüstü bir başarı hikayesi gibi söz ediliyor. Çok iyi kalpli biri falan olabilir ama ben ürettiklerinde fayda göremiyorum. Küçümsemiyorum ama çok abartıldığını düşünüyorum.
Çünkü bana göre esas başarı topluma, insanlığa fayda sağlamaktır. Bu sadece istihdam sağlamak ve vergi vermekle olmaz.
Bir köyde yoksulluğa doğup Nobelli bir bilim insanı oluyorsanız bu büyük başarıdır. Acun’unki böyle bir şey değil.
Tam da bu yüzden, Şeyma Subaşı’nın neden beklentileri karşılayamadığını anlayamıyorum. Ilıcalı’da olup da Subaşı’da olmayan nedir?
Acun’unki kadar olmasa bile, Subaşı da 1.5 milyonluk takipçisiyle sistemin araçlarını kullanarak -en amiyane para kazanma şekli olan, Instagram’da ürün tanıtarak- fena olmayan bir kazanç elde edebilir. Hem de hiç yorulmadan, beyninin kıvrımlarını zorlamadan.
Eleştirilecekse ikisi birden eleştirilmelidir.
Yaptığı televizyon programları ne kadar izlenirse izlensin, zerre kamusal faydası olmadığı için eleştirilmeli Ilıcalı.
Subaşı’nın ise Onur Baştürk’e verdiği röportajda tek bir yere takılmalı.
Onur, mesleğini sorduğunda cevabı şöyle:
“Acun’la bulmaya çalışıyoruz! Life-style bir şey mi desek diyorum. Tasarımcı değilim. Stil danışmanı da. Kimseyi giydirmiyorum. Ama Insta Story’ye mesela, mekanın her yerini çekip koymam.
Onun yerine küçük bir kesit bulup onu koyarım. Sosyal medya uzmanı oldum. Neyin ilgi çekeceğini iyi biliyorum.”
Instagram’da neyin ilgi çekeceğini bilmek bir meziyet ya da iş değildir.
Milyonlarca takipçisi olan insanlar mekan ve kıyafet zırvalıklarından sıyrılıp insanlar için, toplum için sosyal medya güçlerini nasıl kullanabileceklerine kafa yorsalar keşke.
Bu ülkenin esas böylesine ihtiyacı var.
Ayşe’nin haylaz kalbi
Bir-iki yıl evveldi...
Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde (MIT) görev yapan 30 yaşındaki Dr. Canan Dağdeviren giyilebilir kalp pili geliştirmişti. Ürettiği özel çip, kalp atışlarıyla oluşan enerjiyi elektriğe dönüştürerek çipi şarj ediyor ve pile ihtiyaç duymadan çalışabiliyordu.
Aklıma hemen Ayşe Aral geldi. Ayşe, yıllar evvel tanıştığım ilk kalbinde pil taşıyan insandı. Galiba hâlâ ondan başka kalbinde pil olan bir tanıdığım yok. Ayşe’nin kız kardeşi Ayça çok eski ve yakın arkadaşım.
Daha 10’lu yaşlarımızı tamamlamamışken ondan ablasının çok küçüklükten itibaren yaşadığı sağlık sorunlarını dinlemiştim, içimde yer etmişti.
Nasıl yani? Bir insan kalbinde pille nasıl yaşıyordu? İnsan doğumundan itibaren öleceği bilinciyle yaşayan tek canlı olsa da, en hayati organının hasarlı olduğunu bilerek yaşamak çok ağır olmalıydı.
Hepimizin hayatı pamuk ipliğine bağlı ama Ayşe’ninki en ince elyaftandı.
O elyaf maalesef geçen hafta koptu.
Teknoloji gelişse de, artık o pilin giyilebilir versiyonu bile çıksa, her can kendi ömrüyle sınırlı; ışık hızıyla ilerleyen teknoloji bile ölümün önüne geçemiyor.
Ne inanılmaz bir tesadüftür ki, Ayşe’nin dünyaya gözlerini yumduğu gün matbaadan kitabı çıktı.
Ayşe’nin annesi İnci abla tüm üzüntüsüne rağmen -evladını kaybetmiş bir anneden bekleneceği üzere kendini yerden yere vurmak yerine- kalan gücüyle bu kitabı faydaya dönüştürmek için çırpınıyordu; bu kitabın geliriyle Ayşe’ye yakışır bir şey yapılmalıydı.
Taziye evinde kitabı alanlar da ücretini ödedi. Ayşe’nin son mirası, yani kitabının geliri onun o kalbi gibi iyiliğe vesile olacaktı. İnci ablanın önerisiyle, 3 kuruş, 5 kuruş, 100 kuruş, her ne ise, bu kitaptan ne gelir elde edilirse edilsin, kız çocukları için harcanacaktı. O nedenle bir fon kuruldu.
Alın bu kitabı, okuyun. Hem Ayşe’yi, kendini hiç saklamayan bu samimi kadını tanıyın.
Hem de kız çocuklarının eğitimi için bu çabada, çorbada sizin de tuzunuz olsun.