Tutkalımız ortak düşmanlar değil, ancak ortak değerler olabilir
90'ların ortaları. 15 yaşındayım. İzmir’e sığamıyorum. Basıp uzaklara, yabancısı olduğum kentlere gitmenin hayalini kuruyorum. Salah Birsel’in Güzin’i gibi, aklımda atlar arabalar yok belki ama... Onun...
90'ların ortaları. 15 yaşındayım.
İzmir’e sığamıyorum. Basıp uzaklara, yabancısı olduğum kentlere gitmenin hayalini kuruyorum.
Salah Birsel’in Güzin’i gibi, aklımda atlar arabalar yok belki ama... Onun gibi, benim de aklımda başka hayatlar var; hayallerim bir büyük defter tutar. Ve hiçbirinde bu ülke yok. Ergenlik başımda duman ve fena halde Amerikan gençlik kültürü etkisindeyim. Michael Jackson ve Lisa Marie Presley’nin evlenmesine şaşırıyorum. Freddy Mercury için akıttığım gözyaşları dinmemişken, üstüne Kurt Cobain’in yasını tutuyorum. Hayatı bilir gibi, Forrest Gump’tan “Hayat bir kutu çikolata gibidir” sözü dilime yapışık halde dolaşıyorum.
Hayalperestliğe varan idealizmin, budalalığa varan iyimserliğin ortasında, bir gün bir derste önüme konan sınav kâğıdında soruyla bakışıyoruz:
“Tek bir dünya uygarlığı olabilir mi?”
*
Küreselleşme kavramı 80’lerden itibaren yaygınlaşmaya başladıysa da ben o zaman nedir, ne değildir bilmiyordum. Bu soruyu da çocuk saflığıyla cevaplamıştım.
“Olmaz mı? Tabii ki olur! Hem de müthiş olur” diyerek, sınırların, silahların, devletlerin olmadığı, herkesin canının çektiği yerde yaşayıp istediği dilde konuştuğu, adil ve özgür bir dünya kurgulamıştım.
Küreselleşmenin dünyayı tek tipleştireceğini, en büyük ‘avantajının’ nereye gitsem McDonald’s, IKEA veya Zara’yla karşılaşacağımı hiç düşünmemiştim.
*
Gel zaman git zaman...
Biraz gidip memlekete döndüm ve başladım dola