Said Nursi ve “Simulacra” (2)
Ülkemizde münferit yazar, özellikle dini konularda yazan gerçeğin yegâne imbiğidir. Hakikati o damıtır; diğerlerine düşen sadece damıtılmış gerçeği ılık ılık içmektir....
Ülkemizde münferit yazar, özellikle dini konularda yazan gerçeğin yegâne imbiğidir. Hakikati o damıtır; diğerlerine düşen sadece damıtılmış gerçeği ılık ılık içmektir. Dini konularda yazınca yazarın kendisi de adeta bir dogmatik kutsallığa bürünür; dini anlatırken, yazanın kendisi tartışılmaz ve adeta dini bir kutsal olur. Ve öldüğü zaman da yeri “doldurulmazdır. ”
Hz. Peygamber'e bile peygamberlik kırk yaşında gelmişken, onun “söyledikleri kendiliğinden değil, Allah'ın ona anlattıkları”ndan “ibaretken,” mezhep imamları bile içtihat ettiğinde “doğrusunu yine de Allah bilir, ama benim kişisel fikrim budur” derken, dini konularda yazanlar birden anlattığı kutsallar kadar kutsallaşır. Artık ondan sadır her kelam bir gerçek hükmünde olur. Hem de dinin öğretilerine rağmen!
TGRT yayınlarında “evliyalar” diye, üstelik çoğul olarak ifade edilen evliya kerametleri nerdeyse Hz. Peygamberin mucizeleriyle boy ölçülmeye başlar. Hele bir de “seyyid” unvanı alınmışsa “kedicikler”e de keramet “ruhsatı” verilebilir. Ancak burada da sorun “mehdilik” ve “reformculuk” unvanlarının paylaşımında çıkar. Tarih yazımındaki mitolojik boyut, dini meselelere de sirayet ederken, yine “İslam'ın akla en uygun din” olduğu gerektikçe ifade edilir. Tarihsel “mehdiler” dini “mehdiler” arasında oluşan tercihleri de gerçek değil, gündelik çıkarlar tayin eder. Bu nedenle ihtiyaca binaen gerçekler “üretilir” ve insan aklıyla alay edercesine, dün bugün olur, bugün dünden ibaret kalır.
“Karşı” mahalleye dair bilgiler de çoğu zaman karşı mahalleye düşman olanların süzgecinden okununca mesele daha bir içinden çıkılmaz hal alır. Sonuçta bireysel kimliklerinde güzellikleri, duygudaşlık derinliği olan ülkemiz insanında “mahalle” zırhı” giyince “karşı mahalleyi” düşman gören, burnundan soluyan kültürel getto yapı taşları oluşur. “Biz” ve ötekiler oluşmuştur artık. Siyasal partilerin bile fırka olduğunu iddia ederek İslam'ın birliğini iddia edenler kendileri dinin vasıtalarıyla din içinde ayrı dini bölünmelere vesile olurlar. “Biz” zaten “biz”izdir; mesele ötekileri bizleştirmekten ibarettir.
Bunun nedeni, kendi mahallesine karşı kör, öteki mahalleye karşı ise militan, kartal bakış tarzında ortaya çıkan bir tür keskinlik, duygusal ya da düşünsel otizmdir. Osmanlı'dan Cumhuriyet dönemine geçişte Cumhuriyet aleyhine delil toplarken, aslında Cumhuriyet'in yüzyıl öncesinde Osmanlı'ya dayandığını unutmak bunlardan biridir. Osmanlı'yı yerden yere vurmayı müzmin bir gıda zehirlenmesine dönüştürürken Mustafa Kemal'in Osmanlı subayı olduğunu unutmak da böyledir.
12 Eylül sonrasında ve 28 Şubat sürecinde darbecilerle işbirliği yaparak yük boşaltan kesimlerin gerekçeleri haklı olurken, aynı dönemde yine çıkarları için işbirliği yapanlar olabilmesi, günah çıkarmaya davet edilmesi de böyledir. Ancak unutmamak gereken şey, Kazancakis'in Günah'a Son Çağrı filmindeki gibi, şeytana karşı zafer kutlama anları aslında Şeytan'ın zaferini ortaya çıkarmaktadır. Gerisi vicdanı amuda kaldırmaktan, sonra da gerçeğin cüzünü kullanarak bütününü gizlemekten ibaret bir büyük bir aldatmaca olmaktadır.