Babasız büyüyen çocukların, babasız büyümüş babası: Müslüm Baba!
Şu anda sinemalarda oynayan “Müslüm Baba” filmine, Müslüm Gürses’in hayatı hakkında hiçbir şey bilmeden giderseniz, “Bu kadarı Türk filmlerinde bile olmaz” diyeceksiniz...
Şu anda sinemalarda oynayan “Müslüm Baba” filmine, Müslüm Gürses’in hayatı hakkında hiçbir şey bilmeden giderseniz, “Bu kadarı Türk filmlerinde bile olmaz” diyeceksiniz, eminim.
Hayat bir insana bu kadar hoyrat davrandığı halde, o insan hala hayattan razı olabilir mi?
Olabiliyormuş demek!
*
Babası, kemiksiz bir kötülük timsalidir filmde... Kötülük yapsın diye dünyaya gelmiş sanki. Hayata duyduğu öfkenin bütün bedelini kendi kanından var olan evlatlarından çıkarıyor hayatı boyunca.
Baba ne kadar kötüyse, aynı babanın tohumundan yeşermiş oğul, yani Müslüm bir o kadar iyi. Niye o kadar iyi, o da bilmiyor. O kadar iyi ki; ölen çocuğunun mezarına gitmeyecek, mezarına serpsin diye öteki çocuğunun eline bir avuç toprak sıkıştırıp rakı içmeye devam edecek, hırsızlık yapacak, çocuklarını aç bırakacak, karısını her gün dövecek, çocuklarına kabuslar yaşatacak, sesi güzel olan oğlu ses yarışmasına gitmesin diye saçlarını makasla kırkacak, çamaşır yıkayarak evi geçindiren anneye hayatı zehir edecek, hapishaneye girer girmez doğan kızını kendisinden değil diye ret edecek, çıkınca da “Evime piç getirdin” diye karısını çocuklarının gözü önünde doğrayacak, iki yaşındaki bebeği kundağıyla duvara çalacak, aftan yararlanarak çıktıktan sonra askerden firar eden oğlunu ihbar edip yemek yerken jandarmalara öldürtecek bir babayı “Ne yapayım, babam” diyerek kabullenecek kadar iyi bir oğul, iyi bir insan...
Saf kötülükten olma, pür iyilik...
Filmde Müslüm Gürses'in gençliğini Şahin Kendirci, annesini ise Ayça Bingöl canlandırıyor.
Belki de Türkiye’nin en “zor yıllarında” doğup ıstırabın içinde büyümüş, neredeyse tek günahsız insan...
Babasından kaçarken “Adana Halkevi”ne sığındığında karşısına çıkan Limoncu Ali Usta ona notalardan, nağmelerden, ezgilerden oluşan bir “sığınağın” yolunu göstermeseydi talihi farklı olabilir miydi bilinmez ama filmi izledikten sonra iyice inandım ki Müslüm Gürses, hayatı boyunca yaptığı hiçbir şeyi düşünüp taşınarak yapmış değil.
Öyle yapması gerektiği için yapmış, o kadar!
*
Müzik Allah’ın nefesiyse, Allah nefesini kullarının kulağına üflerken bazılarına ayrıcalık tanır;bunu neden böyle yaptığı sorulmaz, çünkü “hikmetinden sual olunmaz.” Ama belli ki Müslüm’ün yolunu Ali Usta’nın yanına düşürdüğünde, “Ben bu kuluma sen buradan yürü, dışarıdaki zalim seslere kulaklarını kapat, sadece duyduğun sese itaat et dedim” dedi bizlere.
Daha trafik kazası geçirip öldü diye morga kaldırmamışlar. Adana’da yazlık sinemada film başlamadan önce sahneye çıkıyor, çay bahçelerinde türkü söylüyor o zamanlar. Evet, sadece türkü söylüyor, daha sonra onu “Baba” mertebesine ulaştıracak olan müziğiyle tanışması kazası sonrasına denk geliyor.
Yanık yanık Anadolu Türküleri'ni, bozlakları havalandıran türkücü Müslüm Gürses, ölüp dirildikten sonra, tek kulağı sağır olduktan, kafatasına platin yerleştirildikten sonra, geride kalan hayatı boyunca söylediği müzikle tanışır. Bir gece süren ölüm anı boyunca “Bekçi Baxo (Bakır)” stilinden özgün Müslüm Gürses stiline geçiş yapar. Ama yeni hayatında da bir bozlağa asıldığında (misal “Ak ellerin salan gelen yar”) Bekçi Bakır geleneğini sürdüren ender icracılardan birisi olarak Türk müzik tarihi içindeki özgün yerini muhafaza eder.
Türküden kendi stiline geçiş, bir ruh halinden başka bir ruh haline geçiştir aslında. Meğerse benzer bir ruh halini yaşayan milyonlarca insan varmış bu memlekette. Onlara şefkat göstersin diye bir “Baba” bekliyorlarmış meğerse.
Müslüm geldi, onların da dili çözüldü. Aslında çözülen bir dilleri yoktu. O sadece lal olanların konuşmayan, sadece şarkı söyleyen dili oldu.
Müslüm Gürses rolünde Timuçin Esen...
*
Müslüm Gürses, bütün hayatını birkaç cümleyle idare etti. O kadar az konuştu ki... O kadar az kelime harcadı ki... Kullandığı o birkaç kelime değildi “müritlerini” bu kadar kendisinden geçirip cezbe haline sokan. Hiç kimsede olmayan, Allah’ın sadece ona bağışladığı bir tınıyla yıkanmış çok sıradan, çoğu şiirle alakası olamayan güfte yazarlarının kaleminden çıkmış o alelade şarkı sözleriydi. O şarkıların sözlerini kendisi yazmamış olsa da, onlar Müslüm Baba’nın sözleriydi. Başkasının sözleri onun dilinde kutsal kelimelere dönüşmüştü. Onları o söylüyordu ve kendini ifade etmede en az Müslüm kadar çaresiz olan, belki de çoğu onun geçtiği yoldan geçmiş, mezardan çıkarak benzer bir hayatı yaşamış o insanların yara bere içindeki ruhlarına sürülmüş merhem görevini görüyordu.
Hepsi yalnızlık kokuyordu. Kimsesizliği ikinci bir deri gibi taşıyorlardı üzerlerinde. Onun gibi bakıyorlardı. Onun gördüklerini görüyorlardı. Onun işittiği sesleri işitiyorlardı. Müslüm kimin sesine kulak veriyorsa onlar da aynı özenle Müslüm’ün sesine kulak veriyorlardı. Uyuşturucuyu, her müptela gibi ağız, burun, damar yoluyla değil, kulaktan alıyorlardı. Kulaktan alınan uyuşturucu artık beyinde nasıl bir etki yaratıyorsa, bütün bedenlerini sarmış olan acıyı, jiletle açacakları bir yolla dışarı salacaklarını sanıyorlardı.
Müslüm sahnede şarkı söylemek yerine onların yerine sızlanıyordu çünkü.
Biz şarkı söylediğini sanıyorduk ama o hepsinin yerine dövünüyordu.
O sızı, o dövünme, o yakarış, o çaresizlik, onu dinleyenleri derine, daha derine, en dibe çekiyordu.
Derine çektikçe çaresizlik içinde kalan dinleyicileri de o çaresizliğin intikamını kendi cılız, bakımsız, davul derisi gibi gergin bedenlerinden alıyorlardı.
*
Kendini akıllı sanan, yoksulların sevdiği şeyleri kendi steril hayatlarında hiçbir karşılığı olmadığı için “arabesk” diyerek kolayca işin içinden sıyıran seçkinci/faşist bir güruh var bu memlekette; her devirde hep var oldular, hala varlar.
Bizi uzun, çok uzun bir süre Müslüm Gürses’ten uzak tutmayı başardılar. Ona televizyonun devlet tekelinde olduğu dönemde TRT’yi yasakladılar misal, böylece “steril ruhlarımızı” kirlenmekten kurtardıklarını sandılar. TRT’yi o zamanlar yönetenler, kültürel alana hakim bir başka kesime göre “egemenlerdi.” Ama o “egemenlere” karşı mücadele verdiğini sananlar da, Müslüm Gürses’in yasaklı olmasına yardım ettiler. “Egemenlerle” birlikte aynı kaba pislediler. O dönemde aynı gazeteyi okuyarak ilericilik yaptığını sananlar Müslüm Gürses’e burun kıvırdılar, yoksulların niye tapınırcasına onu sevdiğini “anlamaya” çalışmadılar. Böylece binlerce insanın “kanına” girdiler. Toplumun büyük bir çoğunluğunun müzik zevkini, edebiyat beğenisini, kültürel seçimlerini çok uzun bir süre onlar belirlediler.
Yoksulluk edebiyatı üzerine ideolojiler inşa edip Müslüm Gürses’i “aşağılayanlar”, “arabesk müzik yapıyor” diye Ahmet Kaya’yı da aşağılayanlardı. İbrahim Tatlıses’e, Orhan Gencebay’a, Ferdi Tayfur’a da aynı “zulmü” yapan aynı kişilerdi.
Ama onların seçkinci, faşist tercihleri varsa, halkın da deryalar kadar engin sevgisi vardı. Onlar neyi sevdilerse halk ondan nefret etti, onlar neden nefret ettilerse halk onu sevdi.
*
Müslüm’ün acı nağmeleri kahırla sıvanmış bekar odalarından, bakımsız işçi semtlerinden, kokuşmuş deri atölyelerinden, pis kokan sokaklardan, soba borusu tüten kenar mahallelerden çıkıp steril semtlere, dezenfekte edilmiş mekanlara da ulaşınca, bu kez oturup Müslüm’ün; onunki gibi benzer bir hayattan gelip yaşı bir hayli geçkinken Malatya’da ondan yediği bir tokatla onunla çarpışan Muhterem Nur’un, “hep saflığını korusun, hep bir melek olarak aramızda dolaşsın” diye giydirdiği o bembeyaz libasını üzerinden çıkarıp, şairin “Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu/birinciliği beyaza verdiler” dizesini haklı çıkarırcasına, onun yerine kara kıyafetlere büründürüp pop şarkılar söylettiler.
Müslüm’den bir cazcı yaratacaklardı!
Oysa bilmeleri gerekiyordu; Müslüm zaten doğduğundan beri blues yapıyordu.
Blues da, bozlak da, kilam da aynı şey, yoksulların iç çekmesiydi.