Evden uzakta!
İnsanın evi krallığının başkentidir. Son kaledir, son sığınaktır ev; insanın kendini ait hissettiği tek mekandır.Evden uzaklaştıkça ev büyür, memleket olur, özlersin; eve...
İnsanın evi krallığının başkentidir. Son kaledir, son sığınaktır ev; insanın kendini ait hissettiği tek mekandır.Evden uzaklaştıkça ev büyür, memleket olur, özlersin; eve yaklaştıkça memleket küçülür, evin memleket olur, koşarsın.Yolun bittiği yerdir ev.O yüzden istersen saraylarda kal, döner dönmez "Evim evim, güzel evim..." dersin.*Hasır şapkalı beyaz adam, Afrika yerlilerini köleleştirmek üzere zorla evlerinden alıp yola çıkardıklarında, kara derili Afrikalılar kabilelerinden uzaklaşıp, kervanlardan ayrılarak memleketlerine kaçma şansları azaldıkça, onları meçhule götüren "sahiplerinden" çok etraflarında gördükleri yabancı Afrikalılardan korkmaya başlarlardı; öyle ki yolculuğun sonunda hiç sorun çıkarmadan gemilere bindirilip, hiç görmedikleri, çok uzaklardaki güvenli sandıkları yeni evlerine bir an önce varmak için can atarlardı.Gerçek evinden uzaklaşan köleler, sürprizlerle dolu bir ailenin koruyuculuğunu, yabancı ve düşman gördüğü, kendisine benzer Afrikalılar arasında yaşamaya tercih ederlerdi.Onun için yolculuğun bir aşamasından sonra çok az kişi kafileden ayrılıp firar ederdi.*Bu bilgiyi nereden edinip defterime not etmişim, hatırlamıyorum. Defterlerimi karıştırırken karşıma çıkan notu tekrar okuyunca, uzun yıllar önce okuduğum İvo Andriç'in "Drina Köprüsü" romanında, evlerinden zorla alınan Hristiyan çocuklarının devşirilmek üzere Saray'a götürülmeleri bahsi geldi aklıma.*Kanuni Sultan Süleyman, İkinci Selim ve Üçüncü Murat'a toplamda 14 yıl, 3 ay, 17 gün sadrazamlık yapmış, asıl adı Bayo Sokoloviç olan, Osmanlı'nın en kudretli paşalarından birisi olarak tarihe geçen Sokullu Mehmet Paşa da evinden zorla alınıp devşirilmek üzere Saray'a götürülen Sırp asıllı çocuklardan birisidir. Nobel ödüllü İvo Andriç romanında, birkaç sayfada 14 yaşında bir çocukken evinden alınıp Osmanlı sarayı yeni evi haline getirilen Sokoloviç'in hikayesinden de bahseder.*Yeniçeriler Balkanlarda, sarayda yetiştirmek üzere acemi oğlanları toplama seferlerine çıkarlardı belirli aralıklarla.Haber, köyden köye çabuk yayılırdı.15 yaşın altında erkek çocukları olan anneler, atların nal sesleri köyün yakınlarında duyulmadan önce çocuklarını alır, ormanların derinliklerinde, mağaralarda, bulabildikleri kuytu yerlere onları saklarlardı.Askerlerin geçtiği yerlerdeki mağaralar, kuytuluk yerler, çocuklarını sıkıca bağrına basmış, eteklerinin altına saklamış ürkek bakışlı Hıristiyan kadınlarla dolardı.Bazı Müslüman ve Hıristiyan ailelerin çocuklarını değiş tokuş ettiğini anlatanlar da var. Müslüman anneler, çocuklarının saraya götürülmesini ister, Hıristiyanlar ise çocukları ellerinden alındığı andan itibaren bir daha onlara kavuşamayacaklarını çok iyi biliyorlar. Saraya götürülen çocukların adı değişiyor, dini değişiyor, sünnet ediliyor, yeni bir kimliğe sahip oluyordu.O çocuk artık devletin malı oluyordu.*Yayabaşı Yeşilce Mehmet Bey komutasındaki yeniçeri kafilesi ağır ağır ilerliyor. Her atın sırtında iki sepet var. Her sepete iki çocuk var. Çocukların elinde birer çörek, kemiriyorlar. Bu çörek annelerinden aldıkları son yiyecektir. Sepetlerden burunlarını dışarı çıkarmışlar, hepsinin yüzlerinde dehşet bir ifade... Korkuyorlar. Atların salınımına göre, sepetler gıcırdıyor. Artık ağlayamıyorlar, sadece korkuyorlar. Çocuklardan bazıları, çocukça bir saflıkla dışarı bakıyor, sanki son bir defa doğup bu yaşa geldikleri evlerini, yurtlarını hafızalarına bir daha çıkmamak üzere nakşetmek istiyorlar.Kervan ilerliyor. Çocuklardan kimisi çöreğini yiyor, kimisi başını sepete dayamış uyuyor.Saçları başları dağınık, üstündeki libas lime lime olmuş anneleri, nefes nefese atların arkasından koşuyor.Hepsi çaresiz, hepsi perişan!Çocuklarına biraz yaklaşınca, yeniçeriler ellerindeki kırbaçlarla saldırıyor, yaklaşmalarına engel oluyorlar. Anneler kaçıyor, dağılıyor, sonra yeniden toplanarak kafilenin peşine düşüyor, çocuklarına son bir kez olsun dokunmak istiyorlar. Anneler avazları çıktığı kadar arkalarından çocuklarına isimleriyle sesleniyor. Zorla ellerinden alınan çocuklarının hafızasına sanki gerçek isimlerini bağıra bağıra kazımak istiyorlar. Bir yandan da bir ölüyü mezara gönderiyorlarmış gibi çaresizler.*Yol uzun, yeniçeriler acımasız. Güçten düşen anneler, pes edenler yarı yolda kalıyor, sayıları gittikçe azalıyor; inadı elden bırakmayanlar ise Drina Irmağı'nın kenarına kadar çocuklarını takip ediyorlar. Irmağın kenarında bir sal var, adı Vişegrad Salı... Irmağın üzerindeki tek vasıta, sadece bu sala binerek karşıya geçmek mümkün, başka yol yok. Eski püskü, siyah bir saldır.Yamak adında, tek gözü, tek kulağı ve tek bacağı olan asık suratlı mendeburun teki kaptanlık yapıyor sala.Çocuklarını bu sala bindirilinceye kadar takip eden anneler, nehir kenarında çaresizce duruyor, çocuklarının sala bindirilişini dehşetle seyrediyor, arkasından son bir defa saç baş yolarcasına, rahat rahat var güçleriyle ağlıyorlar. Çünkü artık onları oradan kovalayacak yeniçeriler yok ortalıkta. Onlar çoktan çocuklarıyla birlikte sala binip karşıya geçmişler bile.*Soğuk bir kasım günüydü. O gün götürülen çocuk kafilesi içinde Sokoloviç köyünden alınan on dört yaşında, esmer bir çocuk da vardı. Yaşı büyük sayılırdı, her şeyin farkındaydı. Elindeki çakıyla, dalgın dalgın sepetin kenarını yontuyor, kızarmış kuru gözlerle çevresine bakıyordu.*Onu Edirne'ye götürdüler. Bayo olan adını Mehmet diye değiştirdiler. Devlet katının bütün basamaklarını teker teker çıktı, Selim'in kızı İsmihan Sultan'la evlendi, kaptanı deryalıktan, sadrazamlığa yükseldi, ünü cihana yayıldı.Sokullu Mehmet Paşa adıyla üç kıtaya sefere çıktı, zaferler kazandı. İmparatorluğun sınırlarını genişletti, içte ve dışta güvenilen bir idari yapı kurdu. Kudret ve iktidarda, pek az kimsenin eriştiği ve pek azının koruyabildiği yüksekliklere çıktı.Yeni bir insan oldu. Geçmişine ait her şeyi unuttu.Bazı şeyleri hariç... Arkasından dövünerek, saç baş yolarak koşan annesini ve öteki anneleri... Bir de Drina'nın gri taşlı çıplak kıyılarını, üstünde kuzgunların uçtuğu bulanık sularını, içinde titreştikleri o yosunlu ağır salı, asık suratlı salcıyı... Ve belki de o gün kalbine saplanan hançerin bıraktığı o derin sızıyı...Onları hiç unutmadı!Yıllar geçtikçe, yaşı ilerledikçe, ihtişamı büyüdükçe, kudreti yere göğe sığmaz oldukça bu sızı onunla birlikte büyüdü. Sızı, kalın siyah bir çizgi gibi göğsünü ikiye böldü. Bir tarafta hayatı boyunca yaşadığı muhteşem zaferler, bir tarafta da günden güne içini kemiren o ince sızı...* İyice yaşlanan Sadrazam, o ince sızı gelince gözlerini kapar, göğsünü bıçak gibi yaran sızının dinmesini beklerdi. En sonunda bu acıdan kurtulmanın yolunu buldu.Eğer, artık çok uzaklarda kalmış Drina'nın üstüne, içinde bin bir acının toplandığı Vişegrad'ın salını kaldıracak, o sarp, ıssız kayaları birbirine bağlayacak bir köprü yaparsa eğer, bu sızıdan, bu felaket acıdan kurtulacaktı.Karar verdi, doğduğu toprakları Bosna'ya bağlayacaktı. Mimar Sinan'a emir verdi, Koca Sinan kolları sıvadı, tam altı yılda meşhur Drina Köprüsü'nü inşa etti.Sokullu Mehmet Paşa, doğduğu topraklara borcunu ödedi, içini kemiren o derin sızıdan kurtuldu.Artık çocuklarının ardından koşan Hıristiyan anneler, o günden sonra köprüyü de geçerek, takatleri yettiği yere kadar kendilerinden alınan çocuklarının peşinden uzun yıllar boyunca koştu, koştu, koştu...*Afrika kıtasından gemilere yüklenerek Amerika'ya götürülen kara derili yerlilerin arasından, eski evlerinin bulunduğu yere dönüp, daha sonra misal köprü yapan Sokullu'ya benzer adamlar çıktı mı bilmiyorum.Ama bildiğim bir şey var. Evlerinden zorla alınıp Amerika kıtasındaki geniş arazilerde zorla çalıştırılan o köleler, engin denizin maviliğiyle geniş gökyüzünün maviliğinden ilham alarak içlerindeki sızıyı, evlerine duydukları özlemi blues denilen bir dille haykırdılar dünyaya.Blues, eve duyulan özlemin çığlığı oldu.Blues bugün, Cemal Süreya'dan desturla, "Bütün kara parçalarında" var, "Afrika dahil..."