Anıtkabir’e gidip bir tarafını yıkmak artık serbest mi oldu?
Yüzlerini bir mutluluk, bir sevinç, bir zafer ifadesi kaplamış ki, sormayın! Sanki İstanbul’u yeniden fethetmiş, Kanuni ile Kara Mustafa Paşa’nın beceremediği işi yapıp Viyana’ya girmişler!Bir grup CHP’li...
Yüzlerini bir mutluluk, bir sevinç, bir zafer ifadesi kaplamış ki, sormayın! Sanki İstanbul’u yeniden fethetmiş, Kanuni ile Kara Mustafa Paşa’nın beceremediği işi yapıp Viyana’ya girmişler!
Bir grup CHP’li gidip Anıtkabir’de çocuklar için yapılan oyun parkını sökmüş, ellerine de söktükleri salıncakların zincirlerini yahut kaydırakların bilmemnelerini almış zafer işaretleri yapıyorlar!
Bu memlekette didişmesiz, tartışmasız ve çekişmesiz gün geçmediğinin işte yepyeni bir ispatı: Birkaç gün önce Abdülhamid konusunda birbirimizi yemekle meşguldük, derken “Ulu Hakan mı yoksa Kızıl Sultan mı” saçmalığından bıktık ve yepyeni bir didişme meşgalesi bulduk, Anıtkabir’deki oyun parkı üzerinden mücadeleye giriştik...
Anıtkabir’e küçük çocuklar için kızak, kaydırak, salıncak vesaire konup mekânın bir bölümünde oyun parkı yapılır mı?
Önce kendi kanaatimi söyleyeyim: Yapılır ve aslında şimdi değil, çok daha önceden yapılması gerekirdi! Ama bu işi devletin yahut Anıtkabir’in bağlı olduğu askeriyenin halletmesi, bir kargo şirketinin reklâm vasıtası hâline getirilmemesi ve maliyeti devlet için hiçbirşey olan parkı kuran şirkete teşekkürlerle ve minnetlerle dolu koskoca bir pano dikmek gibisinden ayıp ötesi bir iş edilmemesi şartıyla...
BİR TENEZZÜL PANOSU!
Herşeye muhalefet etme meraklıları oyun parkı şayet devlet tarafından kurulsa idi yine ayağa kalkıp ortalığı mutlaka birbirine sokacaklardı ama fotoğrafı arşivlerde bir utanç levhası gibi kalacak olan o üç kuruşa tenezzül panosu bulunmayacaktı.
Oyun parkından kaynaklanan tartışmaların, partililerin Anıtkabir’e düzenledikleri sefer-i humayunun ve salıncak zincirlerinin savaş ganimeti hâlini almasının sebebi, vefatının üzerinden geçen 78 seneden buyana Atatürk’ün bir “insan” olarak değil, “tabu” şeklinde gösterilmeye çalışılmasıdır. “Atatürk” dendiği anda etrafı buz gibi bir ciddiyetin bürümesi, başların eğilmesi, tebessüm edenlerin bir anda somurtması, gülenlerin de ağlaması beklenir. Suratlar asılmalı, gözler yere bakmalı, ayakta olanlar da kollarını yana sarkıtmalıdırlar; zira “Atatürk” dendiği anda heryeri saygı ile alâkası olmayan bir hüznün sarması şarttır.
Hele devlet erkânının yahut sıradan ziyaretçinin Anıtkabir’e gidişlerindeki o elem dolu hava!
Rahmetliye muhabbetini göstermek maksadıyla tebessüm eden tek bir kişiye bile tesadüf edemezsiniz! Arslanlı Yol’da yürüyenler falso vermemek için kendilerini zorladıkça zorlamaktadırlar; kaşlar çatık, suratlar asıktır. Mozolenin önüne gelindiğinde çehreler artık ıstıraptan perişan olmuş vaziyettedir ve sanki robotlaşmışlardır...
Dikkat edin: Anıtkabir’e gidişlerinde tek kelime etmeden ağır ağır yürüyen devlet erkânı mozoleye çelenk koyup defteri imzaladıktan sonra mekânı birbirleri ile koyu bir sohbete dalmış vaziyette ve neredeyse koşarcasına terkederler. Zira zoraki ciddiyet artık bitmiş, normal günlük hayata ve davranışlara dönülmüştür.
Bu yazdıklarımdan Atatürk’ün kabrine oynayarak, raksederek, kahkahalar atarak ve abuk subuk hareketler yaparak gidilsin demek istediğim gibisinden saçma bir netice çıkartmayın! Atatürk askerliği ve devlet adamlığını ciddiyet içerisinde yapmıştır ama özel hayatında dünyadan kâm almasını bilmiş ve mükemmelen almış keyifli bir insandır. Bunun böyle olduğu fotoğraflarından da görülür, ağırbaşlılık gerektiren yerlerdeki ciddiyeti, özel meclislerde yerini tebessümlere ve kahkahalara bırakmıştır ama Mustafa Kemal’in böyle keyifli anlarını göstermek, her nedense tabudur!