Yeter!
Türkiye’nin “aydın”ları olarak medya tarafından gözümüze gözümüze sokuldular. Hep onlara mikrofon uzatıldı. Onların beyanatları gazetelerin manşetlerini süsledi. İstiklal Caddesi, Taksim...
Türkiye’nin “aydın”ları olarak medya tarafından gözümüze gözümüze sokuldular.
Hep onlara mikrofon uzatıldı.
Onların beyanatları gazetelerin manşetlerini süsledi.
İstiklal Caddesi, Taksim Anıtı ve Anıtkabir üçgeninde kol kola verip “eylem” yaptılar hep.
Kimi zaman cüppelerini giydiler; daha bir etkili ve afili oluyordu…
Manşetler hazırdı; “Aydınlar çağdaşlık için yürüdüler…”
Bilim üretemiyorlardı; ama öküze tapar gibi bilime tapıyorlardı.
İkna odalarında ve yasaklarda “hukuk” cinayetleri işliyorlardı.
Parti kapatmalar, 367 garabeti, kendi binası kaçak mimarlar odası, millete telefon faturası kazığı atan fazilet tellalları…
Bunlar sağdan say, soldan say birkaç yüz belirli aileden gelme ve belirli ailelerin desteklediği “proje çocuklar”dı aslında.
Yine sıraya geçiyorlar, yeri geliyor ilkokul önlüğü bile giyerek, komünist geçit törenlerindeki disiplini aratmayacak bir muntazamlık içinde “Ata’ya şikâyete” çıkıyorlardı.
Gazeteler ve televizyonlar onların çıkardığı zırıltıya mikrofon bağlayarak büyük bir gürültü halinde millete servis ediyordu.
Türbeye çaput bağlamakla, Anıtkabir defterine şikâyet yazmak arasında ne fark var?
Kapılarına at nalı asan, sarımsak bağlayan fakat bilimsellikten bahseden bu güruh için ne söylenebilir?
Yürüyüşler, şikayetler manzumesinden diğer bir etkinlikleri de “bildiri imzalamak”tı.
Bilmem kaç aydın bilmem ne için imza verdi ve şu gazetelerde yayınlandı.
“Biz aşağıda imzası olanlar…”
Siz aşağıda imzası olanlar genelde bu milletin ve devletin başına “bela” oldunuz, yürüyen tekerine çomak soktunuz. Adına da hep aynı bıkkınlık veren şaibeli kavramları yapıştırdınız; laiklik, çağdaşlık, uygarlık, falan ve filan…