Üç asırlık hikâyemiz: Çağdaşlaşma
Her toplumun, ilâhî takdir gereğince içinde yaşamak zorunda olduğu çağı anlamaya, çağa uyum sağlamaya ihtiyacı var; gerektiğinde kendi temel değerleri, kültür ve medeniyet dinamikleri...
Her toplumun, ilâhî takdir gereğince içinde yaşamak zorunda olduğu çağı anlamaya, çağa uyum sağlamaya ihtiyacı var; gerektiğinde kendi temel değerleri, kültür ve medeniyet dinamikleri çerçevesinde çağını dönüştürme görevi var. Bugünkü haliyle Batı toplumları bunu kısmen başarmış görünüyorlar. Bu başarının en önemli eksikliği, dışarıda gördükleri ve diş geçirebildikleri toplumlar üzerine yürüttükleri, “neo colonialism (yeni sömürgecilik) ve oryantalist ötekileştirme” başlığıyla özetleyebileceğimiz gayrı ahlâkî alışkanlıklarını sürdürmeleridir. Bana göre bunun da esas sebebi, çağdaşlaşmayı dinî ve manevi yönden temelsiz bırakmalarıdır. İslam toplumları ise tersi bir temel tutum izliyorlar; dinî ve manevi bağlılıklarını sürdürürken, yaşadıkları çağı doğru kavrayamıyor; o yüzden çağa uyum sağlayamıyor, çağ ile kavga ediyorlar. Müslüman toplumların bu bataklıktan bir türlü çıkamamalarının sebebi ise -hâşâ- din değil, dinî öğretim kurumlarının bin küsur yıl önce oluşturulmuş bulunan, rasyonellik ve ahlâkîlik ilkelerine ilgisiz, inanılmaz derecede katı ve değişmeye direnen yorumu aynıyla sürdürmeye uğraşmaları, toplumsal zihni de böyle inşa etmiş olmalarıdır. *** Aslında bazı Müslüman toplumlarda 18. yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa’daki yeni gelişmelerin görülmesiyle çağdaşlaşma hususunda bir farkındalık oluşmaya başlamıştı. Ülkemizde adım adım ilerleyen çağdaşlaşma fikriyatı ve pratiği, araya Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşının girmesiyle kısmen kesintiye uğramış; 1920’leren itibaren tekrar başlamıştı. Bu son girişim Osmanlının son yüzyılındaki ılımlı ve entelektüel çizgiden sapmasaydı iyi bir başlangıç olabilirdi.