Eskiler alıyorum…
Son günlerde dile pelesenk olan bir tabir var, hani “yaşam biçimi” diyorlar ya, esaslı bir şeye işaret ediyor bu. İnsanın geleneksel veya modern, kültürel bir seçimi, dünya görüşünün, hayat...
Son günlerde dile pelesenk olan bir tabir var, hani “yaşam biçimi” diyorlar ya, esaslı bir şeye işaret ediyor bu. İnsanın geleneksel veya modern, kültürel bir seçimi, dünya görüşünün, hayat telakkisinin bir göstergesi, olmazsa olmaz temel şartı.
Peki, nasıl oluşuyor bu “yaşam biçimi”, kolay mı zor mu, uzun bir süre mi istiyor yoksa hemeninden ele geçiyor mu?
Son otuz-kırk yılda hızlanan şehirleşme paralelinde, binlerce unsur ile birlikte yerle yeksan olan, her yıkılan bina gibi ardında hüzünlü hatıralar bırakan bir “yaşam biçimi”miz vardı bizim. Binlerce yıl içinde oluşmuş, binlerce unsurdan süzülmüş, kolektif şuur içinde “en iyi”yi öne çıkarmış bir hayat biçimi.
Yeşil başlı gövel ördek ile Karacaoğlan’ın ilişkisini, Yunus Emre ile sarı çiçeğin dertleşmesini, ney sesi ile ahşap ışıltısını; yıldızla kervan, değirmen ile su, bahçıvan ile gül, kalemle kâğıt münasebetini içimizin derinliklerine birkaç günde mi biriktirdik sanıyorsunuz.
“Hüma kuşu yükseklerden seslenir” diye feryad eden o uzun hava kaç neslin ıstırabını içinde barındırıyor dersiniz. Sadece nesiller mi? O ıssız yollar, o tipi-boranın görünmez kıldığı dağlar, o meşakkat, o çile. Ve artık algısı bile neredeyse muhal hâle gelen gurbet, hasret duygusu. Böylesi bir zeminin üstünde yükselebilir bu türkü. Ve tabii olarak tercümanı olduğu hissiyatı hakkıyla temsil edebilir.
Bu “yaşam biçimi” pencere oranlarından kapı tokmaklarına, selam hitabından sofra âdâbına, haramdan helâle, komşu hakkından yetim malına, kurdu kuşu gözetmekten yolcu ve garibe kadar uzanıyor. Temsil yeteneği olan bir beste çıkıyorsa bunların tamamından çıkıyor. Dolayısıyla “yaşam biçimi” elbette esaslı bir şey.