Eşya ve insanla ilişkimizde yamasızlık s
Son birkaç yazım zihinsel sıkışma ve ruhsal daralmaya, hatta İlahiyat akademyasındaki bazı çevrelerde huysuzlanmaya yol açtı; bu yüzden, fincancı katırlarını ürkütmeyecek türden, sade, basit, hatta...
Son birkaç yazım zihinsel sıkışma ve ruhsal daralmaya, hatta İlahiyat akademyasındaki bazı çevrelerde huysuzlanmaya yol açtı; bu yüzden, fincancı katırlarını ürkütmeyecek türden, sade, basit, hatta Teksas-Tommiks kadar rahat okunacak bir yazı yazayım istedim. Ben 1965’de Giresun’un Keşap ilçesine bağlı Kaşaltı köyünde dünyaya geldim; üç-beş yaşıma kadar dört bir yanda fukaralığın kol gezdiği bu köyde büyüdüm; daha sonraki yıllarda şehrin banliyösü denebilecek bir muhitte kendi ailem de dâhil, her biri diğerinden sıkıntılı denebilecek sayısız hayat hikâyesine şahitlik ettim. Çocukluk dönemime denk düşen 1970’lerden hafızamda kaldığı kadarıyla o yılların Giresun’unda yamalı elbise ve pantolon giyen sayısız insan gördüm. Eski zamanlarda yamalı elbise ve pantolon giymek kuşkusuz fukaralık göstergesiydi; fakat bana göre yama denen şey, fukaralığın ötesinde insanın eşyayla ilişki biçimini de gösteren önemli bir semboldü. Daha açıkçası, yama, sahip olduğumuz eşyaya atfettiğimiz kıymetin göstergesiydi. Çünkü o eşya, her şeyden önce kıt kanaat imkânlarla elde edilmişti ve bu yüzden kıymetliydi. Diğer taraftan, o eşya hayatımızın bir döneminde bize refakat etmiş ve böylece anı galerimize girmişti. Dolayısıyla hayat hikâyemizde az çok bir hatırası olduğu için de önemliydi. Bu yüzden, geçmiş yıllarda ne elbise, gömlek, pantolon gibi giyecekleri ne de başka türden eşyaları sırf modası geçtiği ya da modeli eskidiği için bir çırpıda kaldırıp atmaya gönül el vermezdi. Peki, şimdi de böyle mi? Ne yazık ki bugünün dünyasında eşya ve insanla ilişkide yamanın yeri yok.