Vahşetin sıradanlığı
Başımızı yastıkların altına gizlesek de, kulaklarımızı tıkamaya çalışsak, gözlerimizi sımsıkı kapatsak da orada. Kaçamıyoruz. Musul ya da Suriye’deki savaş değil...
Başımızı yastıkların altına gizlesek de, kulaklarımızı tıkamaya çalışsak, gözlerimizi sımsıkı kapatsak da orada. Kaçamıyoruz. Musul ya da Suriye’deki savaş değil bahsettiğim. Ortadoğu’da yaşananlar, yani ‘makro şiddet’ zaten dört bir taraftan bizi kuşatıyor. Endişelensek de ‘orada’ olanlar başka bir dünya. İçten içe kendimizi avutmamızı da sağlıyor. ‘Nasılsa bizden değil’ diyoruz. Uzakta, ilkellikte, barbarlıkta üreyen bir şey diyerek teselli buluyoruz.
Bizi esas ürküten, köşe bucak kaçtığımız şiddet yanı başımızdaki. Son derece sıradan, öyle ‘yaratık’ gibi gördüğümüz IŞİD’lilerin ürettiğinden ziyade, bize benzeyenden çıkan. Her gün karşılaştığımız köşe başındaki esnaf ya da alt sokaktaki komşunun üretebildiği.
Buna tam olarak uyan bir örnek Irmak’ın hikâyesi. 2 gün önce bir televizyon programında 3,5 yaşındaki Irmak’ı evinin önünde oynarken kaçırıp tecavüz ettiğini, sonra da öldürüp gömdüğünü itiraf eden aynı mahallenin hırdavatçısı çıktı. Yani her gün selam verdiğimiz, belki ayaküstü hal hatır sorduğumuz, sıradan biri. Bir vatandaş.
2 gündür uykularımı kaçıran, dalabildiğim kısıtlı zamanlarda kâbuslarıma giren, öyle yakın, öyle bizden bir hikâye ki bu. Hannah Arendt’in meşhur ‘kötülüğün sıradanlığı’nı akla getiriyor. Sıradan ve teklifsiz. Ve her yerde, daha doğrusu rutinin içinde.