Çetin Altan’la beraber yargılanmıştık…
Önce Çetin Altan çarptı. Sonra kamyon… Bunların olacağını, röportaja gittiğim o sıcak, dingin, güzel temmuz öğleden sonrasında hiç aklıma getirmemiştim. Aklımı...
Önce Çetin Altan çarptı. Sonra kamyon…
Bunların olacağını, röportaja gittiğim o sıcak, dingin, güzel temmuz öğleden sonrasında hiç aklıma getirmemiştim. Aklımı “sansüre” takmıştım sadece. Bu topraklarda şakır şakır örtülü, sinsi ve apaçık sansür uygulanırken, “sansürün kaldırılması” adına “gazeteciler bayramı” kutlamayı garipsiyordum.
“Nedir bu bayram?” diye yola koyulmasaydım, sansürden çok dili yanan biri olarak Çetin Altan’la konuşmayı yeğlemeseydim, uzun, hoş ve tatlı sohbetimiz boyunca Altan’ın ağzından o ünlü “çete” lafı çıkmasaydı ve işgüzar bir savcı başımıza bu davayı sarmasaydı, (adalet) bakan(ı) da kalkıp davanın açılmasına izin vermeseydi, arkadan bir kamyon gelip Susurluk’ta kaza yapmasaydı; biz bugün iki gazeteci olarak kendimizi Türkiye’nin en sıcak konusunun göbeğinde bulmayacaktık.
Röportaj bu şekilde benim kontrolümden çıktı ve bizi hiç anlamadığım biçimde asıl meselenin içine sürükledi…
Dedim ya, aslında ben kafayı “sansüre” takmıştım. Cımbızla avlanan tek (çete) kelime(si)yle hakkımızda dava açıldığını duyduğumda, küçükdilimi yutuyordum. Tam sohbet konumuz olan “sansürün” kurbanı olmuştuk.
Altan “engizisyon” kurbanları gibi söylediği tek lafın hesabını verecekti. Ben hükümrana kötü haber getirdikleri için kellesi uçurulan mesajcılar gibi, o lanetli sözü sayfama taşımakla sorgulanacaktım. Sansürün en katı ve ilkel türüyle karşı karşıyaydık başka deyişle.