Eylülün yüzüyle konuşmak
Eylüle yakıştırılan hüzne itirazım var. Soluk benizli bir çehre iç çekerek bu dünyadan ayrılıp gidecektir sanki. Bu gördüklerimiz onun veda anlarıdır. Hele edebiyatımızın ‘ince...
Eylüle yakıştırılan hüzne itirazım var. Soluk benizli bir çehre iç çekerek bu dünyadan ayrılıp gidecektir sanki. Bu gördüklerimiz onun veda anlarıdır. Hele edebiyatımızın ‘ince hastalık’ derdine düştüğü devirlerde Mehmed Rauf elbette Eylül diyecekti romanına. Ancak, Yahya Kemal’e geldiğimizde bir yaşlılık ve fanilik efekti gibi çalışan ‘Eylül Sonu’ duyuşlarına saplanmasak iyi olurdu. Üstad daha ilk mısrada okurun boynunu büker; Günler kısaldı. Kanlıcanın ihtiyarları/ Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları. Bir geri dönüş mitosu değil de bir devrin umutsuz ruh haliyle yüklü bu şiire, estetik açıdan itirazımız yok. Ancak şairi kadar şiiri de ihtiyarlatmasına, eylülü ölmek, ayrılış ve ıstırapla perçinlemesine ne demeli? Öyle mi? Peki tam olarak öyle mi? Eylül ile yıkanıp gelen dupduru gün ışıklarını neyle izah etmeli? Eğer, kentli şairimiz Edip Cansever, ‘Eylülün Sesiyle’ şiirini yazmasaydı belki biz de çoktan buna inanacak, hüzün gelgitlerinde dalgalanıp duracaktık. Eylülü yaşamaktan değil hüzün ve ölüm ikliminden bilecektik.