Müzeden şehir…
Aleksandre Sokurov’un Francofonia belgesel/drama filmini seyreden var mıdır bilmiyorum. Louvre Müzesi’nin Naziler tarafından ele geçirilmesi, iktidar-sanat karşıtlığı ve her şeye rağmen bir sanat ve kültür merkezi...
Aleksandre Sokurov’un Francofonia belgesel/drama filmini seyreden var mıdır bilmiyorum. Louvre Müzesi’nin Naziler tarafından ele geçirilmesi, iktidar-sanat karşıtlığı ve her şeye rağmen bir sanat ve kültür merkezi olarak müzenin kritik değerine dair görsel ve felsefi bir başyapıttır. Louvre nedir, yüz ve ruh nedir soruları eşliğinde Sokurov adım adım bizi Louvre’a götürür. Sonunda sorarız; Louvre mu Paris için yapılmıştır, yoksa Louvre olduğu için mi Fransa ve Paris vardır? Bir belgesel filmin didaktik dilinden öte, her izleyici kendi kültürel birikimiyle ve felsefi düşünce açıklığıyla cevap verecektir bu soruya. *** Sokurov’u ve Louvre’u anmam elbette sebepsiz değil. Bir süredir dillerde dolaşan ama bir türlü somut hale bürünmeyen Necip Fazıl Kısakürek’in evinin müze yapılması meselesinin yeniden gündeme gelmesi sebebiyle bu filmi hatırladım. Şehri ve müzeyi hangi bağlamda ele almamız gerektiği konusunda yeterince ufuk ve vizyon sahibi miyiz? Avrupa’daki bütün başkentler Berlin, Paris, Oslo, Roma, Lizbon, Viyana, Londra, Amsterdam, Madrid birer müze cennetidir ve adeta birbirleriyle yarışırlar. Madrid’te Prado, Paris’te Louvre, Oslo’da Ulusal Resim-Heykel Müzesi, Berlin’deki Bergama farklı alanlarda ait oldukları dil, kültür ve zihniyet algısını yansıtırlar. Denilebilir ki; İstanbul, Avrupa’nın müze yönünden en vizyonsuz ve yoksul şehridir. İstanbul’a yapılacak her müzenin şehrin genel müze karakterine bağlı olarak düşünülmesi gerekir.