Bir çare düşünmek
Cumhuriyet yazarı Özdemir İnce bu hafta 'Bir çare düşünmek' başlıklı yazısını kaleme aldı.
Rainer Maria Rilke’nin ilk basımı MEB Yayınları tarafından 1948 yılında yapılan Malte Laurids Brigge’nin Notları (Can Yayınları) bizim kuşağın şair ve öykücülerinin kült kitabı idi. Dahası, yeni sevgili bulan arkadaşımıza “Malte’yi okuttun mu?” diye sorardık. Kızların sınav köprüsü idi. İşte bu kitabın 10. sayfasının başında şöyle bir cümle vardır: “KORKUYORUM. İnsanın bir korkusu varsa, buna bir çare düşünmesi gerek.”
Bu cümlede ağırlık “çare” sözcüğü ile “düşünmek” fiilinde. “Çare düşünmek”, her derde deva ebegümeci gibi bir şey: “İnsan açsa buna bir çare düşünmeli”, “memur ya da emekli geçinemiyorsa buna bir çare düşünmeli!” Ama her şeyden önce “Ben neden açım?”, “Maaşım neden az, neden yetmiyor?” diye düşünmeli. Düşünecek! Başka çare yok!
21 Ekim 2024 günü yayımlanan “Piliç değil Bilinç” adlı yazımda şöyle yazmışım: “Jean-Paul Sartre, nasıl bir burjuva kendini bir işçi gibi hissedemezse, bir işçinin de kendini bir burjuva gibi hissetmemesi gerektiğini söylüyor. Kendini burjuva gibi hisseden işçi, kendini bülbül sanan kargaya benzer. Fransa’da, İngiltere’de bir işçi burjuvaların gittiği kahve ve meyhaneye gitmez; içtiği tütün de farklıdır.”
İşe burjuvayı karıştırmadan dosdoğru şöyle söyleyebiliriz: İşçi, emeğini satan emekçi, emekçilerin tamamı işverenle pazarlık yapma hakkına sahiptir ama bir işçi tek başına pazarlık yapamaz, işkolunda “sarı” olmayan yani “hain” olmayan bir sendikaya katılmak zorundadır. Ancak bu şekilde işçi olduğunun bilincine varabilir. Ama mevcut işçilerin yüzde 85’i sendikalı değil, yüzde 15’i sendikalı.
Ancak işçilerin işçi bilincine kavuşmasının önünde iki engel var. Birincisi “Allah deldiği boğazı aç koymaz” türünden bağnaz, din kaynaklı atasözleri: “Allah yarattığı her canlının rızkını türlü olanaklar sağlayarak verir. Yeter ki karnını doyurmak isteyen biraz çaba ve gayret göstersin.” Bu atasözünün işçinin, emekçinin yanında olmadığı, sömürüyü ve işsizliği koruduğu kesin.
Türkiye nüfusunun yüzde 99.9’u Kuran’ı Arapçadan okuyup anlayamaz. Çiftçinin, emekçi sınıfların, genç nüfusunun yüzde 95’i de kutsal kitabı Türkçesinden okuyup anlamamıştır. Bu nedenle iktidar kitlesi ve din adamları, “dini” ve “din yemi”ni kullanarak nüfusun yüzde 80’den fazlasını gütmektedir. Gütmenin araçlarından biri “rızık” kavramıdır: “İhsan, pay, şükür” anlamına gelir. İkinci araç da “şükür”dür. Bu çok verimli iki kavram hakkında mebzul miktarda ayet ve hadis vardır, ki bunlar emekçi kitlelerini pıstırmak için kullanılır:
Tipik bir “rızık” ayeti, l-i İmran suresi, 27. ayet: “Geceyi gündüze bağlayıp-katarsın, gündüzü de geceye bağlayıp-katarsın; diriyi ölüden çıkarırsın, ölüyü de diriden çıkarırsın. Sen, dilediğine hesapsız rızık verirsin.”
İsrâ Suresi 30. ayet: “Doğrusu Rabbin dilediğine rızkı bol verir, dilediğine de az verir. Şüphesiz O, kullarının durumunu en iyi bilen ve onları hakkıyla görendir.”
Belki “dilediğine” koşulu olmayan ayetler de vardır ama bu ikisinde var. Neden “dilediği”ne de neden “muhtaç olan”a değil? İslama göre “şükür”: “Verilen nimetin farkına vararak nimeti verene, sözlü, fiili ve kalbi olarak saygı duymak, onu överek ona inanıp boyun eğmektir. ‘Şükür’, verilen nimetin kıymetini bilip nimeti vereni, övmektir.”