Çevre felaketleri
Gündemde ekonomi var; ABD’nin çekmeye çalıştığı operasyon, Türkiye’nin geri adım atmaması; 7 TL’nin üstüne çıktıktan sonra dakika dakika ateşi düşmeye başlayan dolar ve bu...
Gündemde ekonomi var; ABD’nin çekmeye çalıştığı operasyon, Türkiye’nin geri adım atmaması; 7 TL’nin üstüne çıktıktan sonra dakika dakika ateşi düşmeye başlayan dolar ve bu gelişmeden sonra giderek daha az tehditkar olmaya başlayan Beyaz Saray açıklamaları var. Gündemde Katar’ın uzattığı yardım eliyle ferahlayan piyasalar ve soğuyan milyonlarca yürek var. Bu vesileyle vefanın sadece bireyler arası etkileşimlerde değil; devletlerarasında da bir karşılığı, ederi olabileceğini bilmenin süruru var. Uluslararası stratejinin sadece soğuk çıkar hesaplarıyla yürütülmeyebileceğini, başka yolların da olabileceğini keşfetme duygusu var. Bunun Türkiye’ye iyi geldiği gerçeği var.
Bendeniz ise bu ara biraz doğaya, mevsimlere, çevreye bakmakla meşgulüm ve gördüklerimden, pek de mutlu değilim. Tahminim, bu yazıyı okuyanların çoğu da değildir. Yağmurlar artık eski zamanlardaki gibi sakince, ağır ağır, bize zaman tanıyarak yağmıyor. Önüne çıkan her şeyin üstüne tokatlar gibi, yumruklar gibi öfkeyle düşüyor. Öyle ki, yağmura yakalandığınızda daha üç ya da dört adım atmadan tepenizden aşağı kovayla su boşaltılmışçasına sırılsıklam oluveriyorsunuz.
O yüzden gün geçmiyor ki dünyanın herhangi bir bölgesinden sel ya da heyelan haberi gelmesin. Ordu’da yaşanan sel felaketi de, ne sadece Türkiye’ye özgü, ne de son olacak. Çabuk unutuyoruz ama daha Mayıs başında Hamburg 15 dakika içinde sele teslim oldu. Haziran başında Fransa’da, ortalarında Avusturya’da can kayıpları da yaşanan seller meydana geldi. Birkaç yıldır aşina hale geldiğimiz şehirlerin metrolarını su basma görüntüleri de sadece Türkiye’ye ait değil, dünyanın neredeyse her mega şehri aynı kaderi ya da benzerini mutlaka yaşadı, yaşıyor. Ama hiçbirimiz şaşırmıyoruz, zira karşımızdaki küresel ısınmanın onyıllar öncesinden öngörülmüş sonuçları...
Bu duruma çevre kirliliğinin yol açtığını bilmek için müneccim olmak gerekmiyor tabi. Çevre kirliliği için ise, nükleer atıklardan başlayarak örnekler vermek de şart değil. Bunları zaten hepimiz biliyoruz. Ama şahsen ABD’nin Batısında Pasifik Okyanusu’nda, denizlere atılan plastik çöplerin toplandığı bir ada olduğunu; bu adanın yüzölçümünün kimi zaman Teksas’ın iki katı bir alana dek küçüldüğünü, kimi zaman da ABD’nin coğrafi büyüklüğüne erişen miktarda genişlediğini ilk duyduğumda endişelendiğimi hatırlıyorum. Suyun hemen altında toplanan onbinlerce ton plastiğin güneş ışınları nedeniyle ufalanması ve çeşitli deniz canlılarının bu plastikleri besin zannederek yemesiyle oluşan durumun zannedildiğinden daha büyük tehlikeler içerdiğini okuduğumda da öyle…
Bundan sonra ne olacağıyla ilgili iklimciler ve çevrecilerin çeşitli fikirleri var elbette. Ama çölleşme, sel baskınları, küresel ısı artışı gibi bizzat yüzyüze kaldığımız sonuçlar dışında, bundan sözgelimi bir 30 ya da 50 yıl sonra dünyanın başına nelerin geleceğini sahiden bilmiyoruz. İnsanın, sanayileşme sürecinden itibaren yerküreye yaptıklarından ve bu yapıp etmelerinin sonuçlarıyla karşılaşmaya başlamasından sonra, akla güvenin kaybolduğunu söyleyen; araçsal rasyonalitenin nükleer, küresel ısınma ve çeşitli hastalıklara yol açmasından sonra, insanlığın risk algısının değiştiğini iddia eden Ulrich Beck haklı olabilir: Hiç olmadığımız kadar risk altındayız.
Beck’in meselesi özetle şu: Tarıma dayalı feodal düzenin sona erip, sanayileşmeye ve seri üretime dayalı endüstri toplumuna geçerken hiç kimse, dünyanın bu hale gelebileceğini öngörmemişti. İçinde yaşadığımız ileri sanayi toplumunda, mesela bir radyoaktif sızıntıyla, daha önce tanımlanmamış bir salgın hastalıkla ya da öngörülmeyen doğal felaketlerle karşı karşıya kalmamız işten bile değil. Beck’e göre, içinde yaşadığımız küresel dünya, feodal zamanların yerel tehdit ihtimallerine göre; hem daha riskli hem de daha tehlikeli bir yer.