Din, ferdi değildir
Önceki gün sosyal medyada, Mehmet Ali Erbil’in aylarca kaldığı komadan çıkıp sağlığına kısmen kavuştuktan sonra hasta yatağında basın mensuplarına verdiği röportajın bir kısmı...
Önceki gün sosyal medyada, Mehmet Ali Erbil’in aylarca kaldığı komadan çıkıp sağlığına kısmen kavuştuktan sonra hasta yatağında basın mensuplarına verdiği röportajın bir kısmı paylaşıldı. Görüntülerde Mehmet Ali Erbil çocuklarına, eski eşlerine teşekkür ettikten sonra, damadına da minnetle teşekkür ederek şunları söylüyordu; “Damadım bana yeniden duaları öğretti, gözümü bile açamıyordum, o dua okuyordu, ben tekrar ediyordum. Hiç bilmediğim duaları…” Erbil’in sesi lafını bitiremeden çatallaştı, boğazına bir yumru oturmuş gibidydi, ağlamamak için durdu, devam etse ağlayacaktı. Belli ki hastalığı onu sarsmış, bu süreçte dualara sığınarak manevi bir dal aramıştı.
Video sahiden ilginçti, onyıllardır ekranlarda olan Mehmet Ali Erbil ilk kez ciddiydi, ilk kez şaka yapmadan konuşuyor, insanın üstesinden gelemediği bir musibet, bela karşısında nasıl acze düşeceğinin canlı örneği olarak karşımızda duruyordu. Mehmet Ali Erbil, bırakın espri yapmayı, konuşurken neredeyse hıçkırdı. O görüntü; aklıyla, parasıyla, güzelliği/yakışıklılığıyla, iktidarı ya da çocuklarıyla kibirlenen-büyüklenen insanoğlunun aslında ne kırılgan bir varlık olduğunu hatırlamak açısından güzel bir örnekti.
Fakat ben o videoyu izlerken farklı şeyler düşünüyordum, mesele sadece Erbil değildi, mesele biraz daha geniş ve derindi: Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’de din, görünür olmaktan menedilmeye çalışıldı. Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşamış ve kemalizmi devletin tüm hücrelerine ve kendilerinden sonra gelen kuşakların tüm hücrelerine dek nakşederek günümüze dek gelmesini sağlamış o eski Cumhuriyetçilere göre, din yok edilemiyorsa da en azından özel alanda ve kontrol altında tutulması gereken bir “arıza”ydı. Böyle düşünmelerinin nedeni, elbette Fransız tipi jakoben laiklik anlayışı ve bir de, 18. ve 19. yüzyıllarda ortaya çıkan ve protestanların da katkısıyla Avrupa ve daha sonra ABD’ye yerleşen “din bireyseldir” yaklaşımı.
Bu iki belirleyici görüş, yeni Cumhuriyetimiz’in temellerini oluşturdu, 90’lar boyunca başörtüsü konusu her açıldığında öne sürülen “kamusal alan” argümanının dayanak noktası da bu yaklaşımdı. Mehmet Ali Erbil’in de o kuşaktan olduğuna, Allah’a ve O’nun dinine inandığı halde, bunu sadece kişisel alanında ve vicdanında tutanlardan olduğuna inanıyorum. Yoksa, ölümün eşiğinden dönse bile inanmayan birinin o kadar duygulanacağını sanmam. Kendisine geçmiş olsun, Allah acil şifa versin, diyelim. Ve sürekli özel alana tıkıştırılmaya çalışılan dinin böyle bir karakteri olmadığına değinelim, yani dinin sosyal işlevlerine geçelim.
Zira Türkiye’de hala birileri kurucu yasaklara dönmeye çalışsa da, “din ferdidir” anlayışı geçtiğimiz yüzyıl içinde bilim insanları arasında tedavülden kalktı. Zaten meseleye “kalpsiz bir araştırmacı” ya da “iflah olmaz bir propagandacı” taraflarından bakmayan sosyologlar durumu, aydınlanmacılık hala çok popülerken bile görmüştü.
Mesela, -örnekler nedeniyle yazının bundan sonrası biraz akademik olacaksa da- ilkel dinleri araştırarak ampirik veriler toplamış olan Durkheim. O, dinin toplumun bir fonksiyonu olduğunu ve bütünleştirici işlevi bulunduğunu, yarattığı ortak bilinçle toplumu suçtan/düzensizlikten/kaostan/aşırılıktan koruyan bir tarafının olduğunu söylüyor, ideal bir toplum için dinin fonksiyonundan faydalanmayı tavsiye ediyordu grand teorisinde. Keza Weber’in “verstehen” sosyolojisi de, en azından subjektif öncülleri gibi, “Din mi? O da ne?” uzaklığından bakmıyordu meseleye, aşırı bir tutum almaktan kaçınıyordu.