Frankofon
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Afrika’daki dört müslüman ülkeyi kapsayan ziyareti başladığından bu yana sosyal medyada, konvansiyonel medyada, haberlerde ve ekranlarda “frankofon” ifadesi geçiyor. Çoğu...
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Afrika’daki dört müslüman ülkeyi kapsayan ziyareti başladığından bu yana sosyal medyada, konvansiyonel medyada, haberlerde ve ekranlarda “frankofon” ifadesi geçiyor. Çoğu kişinin bildiği gibi frankofon, Fransızca konuşulan ülkeler anlamına geliyor ve aslında bir yandan da vaktiyle Fransa’nın sömürgesi olmuş, en azından bir süre Fransızların elinde bulunmuş ülkeleri de tanımlıyor.
Frankofon ülkelerin hangileri olduğunu merak edip internete girdiğinizde ise onlarca ülkeyle karşılaşıyorsunuz. Sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Batı Afrika’daki ziyaret güzergahında bulunan Cezayir, Moritanya, Senegal ve Mali değil; Kamerun’dan Kongo’ya, Madagaskar’dan Tunus’a, Mısır’a, Kanada’ya, Belçika’ya, Lüksemburg’a kadar 50’den fazla ülke Frankofon olarak geçiyor. Hatta, halihazırda Frankofon Ülkeler Birliği diye bir oluşum olduğunu, bu oluşuma mensup bazı ülke halklarının bir kısmının Frankofon olmaktan gurur duymak gerektiğini düşündüğünü bile öğreniyorsunuz.
Nüfusunu Fransızların oluşturmadığı ülkelerde neden Fransızca konuşulduğuna ve bunun neden mutlu olunması gereken bir hal olduğuna gelince: Evet, mesele açık. Konu sömürgecilik; hepimizin lise yıllarından bu yana bildiği o klasik hikaye. Endüstri devriminden sonra, kapitalizmin ortaya çıkması ya da bu ikisinin birbirini doğurması; ağır sanayi dönemine girmekte olan Batılı ülkelerin hammadde kaynağına ihtiyaç duymalarına neden olmuş, bu Batılı ülkelerin yoksul-güçsüz-bakir durumdaki üçüncü dünya ülkelerinin kaynaklarını sömürmeleri gerekmişti. Buraya kadar anlaşılmayan bir durum yok.
Sorun şu ki Batılı ülkeler, denizcilikteki keşiflerle de ilerleyerek tahakküm altına aldıkları ülkeleri ve kıtaları sömürme işlemini sürdürürken, sadece hammaddeleri, yükte hafif pahada ağır kaynakları toplayıp evlerine götürmediler; maddi sömürüyü, kültürel alana da taşıdılar. Kendi dillerini ve dinlerini; sömürgeleştirdikleri ülkelerin halklarına ama güzellikle, ama yarı-zorla benimsettiler.
Sömürgeleri üzerinde sadece ekonomik hegemonya kurmadılar yani, Gramsci’nin tabirini ödünç alarak söylersek kültürel hegemonya da kurdular. Sömürge ülkelerinde, dil de, din de özel bir hegemonya aracına dönüştü. Batılı ülkeler, sanki o sömürge ülkelerinin hammaddelerini, doğal kaynaklarını, zenginliklerini alıp evlerine götürmedi de, o bölgelere medeniyet götürdü. Daha doğrusu kültürel hegemonyanın kurulması, böyle bir görüntüye, yanılsamaya sebebiyet verdi. Bu durumun oluşmasına da, sömürülen ülkelerin içinden çıkan, yine Gramsci’nin tanımlamasıyla “organik aydınlar” katkı sağladı.
Bu yerel aydınlar, “beyaz batılı”nın muhteşem varlığı karşısında hissettikleri aşağılık kompleksi nedeniyle, hayranlıkla izledikleri sömürgeci kültürün, liderliğini yaptıkları yerel kitlelere sirayet etmesinin yolunu açacak söylemleri, eylemleri yaygınlaştırıp, kültürel hegemonyanın kurulmasına zemin ve olanak sağladılar. Zaten, sömürülen ülkenin içinden gelen aydınların desteği olmasa, sömüren Batılılar belki kaba güç yoluyla maddi iktidarı elde tutar, ama kültürel iktidarı sağlamada zorlanırlardı.