Selanik’i dolaşırken…
Uçakla değil trenle gitmek istedim… Uzun sürdü. En son noktada, bir köprüde Türk bayrakları yerini yunan bayraklarına bıraktığında, yüreğim cız etti. Kendimi bir garip hissettim. Yalnızlaştım...
Uçakla değil trenle gitmek istedim… Uzun sürdü.
En son noktada, bir köprüde Türk bayrakları yerini yunan bayraklarına bıraktığında, yüreğim cız etti.
Kendimi bir garip hissettim. Yalnızlaştım nedense. Trendeki yunanlılarla konuştum. Çoğunun önyargıları yoktu. Öğrenci olarak Türkiye’de okuyanlar vardı, daha olumluydular.
İki toplumun da birbirlerine karşı, tarihe dayalı yargıları vardı. İstanbul’da uzun süre yaşayan, ticaretini Türkiye’de kurmuş yürütmüş nice Rumla Selanik sokaklarını dolaşırken tanıştım. Sıcaktılar, Türkçe konuşuyorlardı.
Selanik’in büyük bir caddesi var. Geniş ve uzun bir cadde… Cadde üzerinde, arka sokaklarda Osmanlı’nın kendisi gizli.
Hele, kiliseye dönüştürülmüş camileri görünce, böylede olmaz dedim kendi kendime. Bir millete bu denli saygısızlık olur mu? Diye çıkıştım içimden.
Sonra, birer birer içeriye girdim, inceledim. Camileri kiliseye dönüştürmüşler, lakin caminin ruhu hâlâ hâkimdi duvarlara.
Osmanlı’dan kalma hamamlar, bedestenler, yapılar… Evler, sokaklar, dar yollar… Olduğu gibi sizi karşılıyor.
Ama bu yapıları, mimarileri ve ruhu, rumlaştırma amelyesi, işe yaramamış… Dışardan bakıldığında, bize ait olduğu hemen göze çarpıyor... Bunlar bizim diyorsunuz.
Görünmez bir el, bize ait değerlere kazma kürek girişmiş gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Kimi topluluklarda, tarihi mirasların sahiplerine bakılmaksızın, olduğu gibi korumayı düşünürler… Ancak, selanikte gördüklerim, alelacele kendilerine benzetmek, kendileri kılmak için kaba bir çabanın içine girmişler… Böyle bir intiba uyandırdı bende.