VARAN 3: Bu yazıyı da namluya sürün!
Orhan Evci adlı canlar canı bir arkadaşım vardı; gösterişten o kadar kaçınırdı ki, yabancı dillere vakıf olduğunu kimsecikler bilmezdi.Kitapları bile gizli saklı okurdu.Ben hayatımda onun gibi “ak...
Orhan Evci adlı canlar canı bir arkadaşım vardı; gösterişten o kadar kaçınırdı ki, yabancı dillere vakıf olduğunu kimsecikler bilmezdi.
Kitapları bile gizli saklı okurdu.
Ben hayatımda onun gibi “ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar gözü keskin” bir insan görmedim.
Fener niyetine alıp insanlara tutsanız, kimin ne mal olduğunu anında size gösterirdi, diyeyim de anlayın.
Necip Fazıl'ın, “zaman bendedir ve mekân bana emanettir” şeklinde tanımladığı şuurun mücessem hali gibiydi.
Öfkeliydi, hırçındı, nisyan nedir bilmezdi.
Hep bir tavır, hep bir duruş içreydi.
Mesela, daha çocuk denilecek yaşta, o vakitler Mehmet Ali Aybar'ın partisine mensup babası, başörtüsü takmaya karar veren kız kardeşini azarlayınca, babasıyla bir daha aynı rafa ayakkabısını bile koymadı.
Nuri Pakdil ustamız bir defasında, “ciddi insan bulmak zordur,” demişti, “ciddi olanlar da 24 saat ciddi kalamıyor…”
Ben hayatımda Orhan Evci kadar davasında ciddi insan görmedim.
Günlerden bir gün, en yakın arkadaşlarından biriyle artık görüşmediğini işitmiş, nedenini sormuştum.
Mezkur arkadaşını o denli silmişti ki yüzüme kimden bahsediyorsun diye baktıktan sonra konuyu değiştirmek maksadıyla, “çocuk gelsin de tezgahı bırakıp kaçalım” demişti.
Tezgâh dediği, Fatih, Malta'da kışın balıkçılık (ki nam-ı diğer, Balıkçı Orhan'dı) yazın karpuz sattığı küçücük bir mekandı. Yevmiye usulü mü yoksa boğaz tokluğuna mı çalışıyordu veya patronu kimdi, hiçbirimiz bilemezdik. Bildiğimiz tek şey o mekânın sahibi değildi.
Nihayet, tezgâhı bırakmak için beklediği “çocuk” gelmişti. Çocuk dediği de, 70 - 75 yaşlarında bir ihtiyardı. (Bizim Ahmet Kekeç de bir başka zaman aynı çocuk tezgâhçı muhabbetine bizzat muttali olacaktı.)
Birlikte dolaşırken, o yakın arkadaşını neden sildiğini öğrenmek için bir defa daha sormaya yeltendim, ama olmadı.