Birin birden farkı
Eskilerin söylediği bazı sözler var, hiç eskimiyorlar. Söyleyen toprak olalı asırlar olmuş ama söz öyle görünüyor ki toprak ve insan var olduğu müddetçe eskimeyecek. Bizim şimdi söylediğimiz bir...
Eskilerin söylediği bazı sözler var, hiç eskimiyorlar. Söyleyen toprak olalı asırlar olmuş ama söz öyle görünüyor ki toprak ve insan var olduğu müddetçe eskimeyecek. Bizim şimdi söylediğimiz bir söz biraz sonra eskirken, onların ifadeleri her dem yeni kalıyor. Bu eskimeyişe sebep olarak, söyleyenin ahvalinden ifade ettiği şeyin bedelini ödeyişine, hikmete mesken olacak gönül kıvamından, hazm ve temellük meselesine, oradan kendini aradan kaldırmış oluşlarına kadar pek çok şey sayılabilir fakat galiba en mühim sebeplerden birisi de; ifade ettikleri sözün istinat ettiği yerin kıyamete kadar değişmeyecek oluşu. Dünyanın son günü geldiğinde, ilk günkü kadar taze olacak bir temele dayanan söz, dünya durdukça yeni ve taze kalıyor.
Dünyadan gelip geçenler bu sözlerin bazılarını zaman zaman işitiyor, beğeniyor, bazen sözün hakkını hayatında vermeye çalışıyor, bazen de ne işe yaradığını bilmese de güzelliğinden emin olarak bir başkasına söylüyor. Enteresan ama bu sözlerin çok bilinenlerinin kaderi genelde anlaşılmamak ve üstünde hiç düşünülmeden sadece nakledilmek oluyor. Sözlerin de bir kaderi var galiba diğer her şey gibi. Söylendiği vakit muhataplarınca anlaşılmamış bir söz, kıymetini bulmak için asırlar sonrasında kendisini tozlu raflardan indirecek tek bir insanı öylece bekleyebiliyorken, bir başka sözün kaderi birkaç nasiplinin haricinde hiç kimseler tarafından anlaşılmasa da şöhret bularak herkes tarafından dilden dile nakledilmek olabiliyor. Sözün kaderine müdahale şansımız yok fakat o bildiğimizi, anladığımızı zannettiğimiz sözleri biraz tefekkür ederek, şöyle bir durup gerçekten düşünerek, sözü çivi yapıp içimizde, içimizi balyoz yapıp sözde derinleşerek, papağan tekrarının ötesine geçip söylenenden hakiki manada istifade etme imkânımız var.
Buradan birlikte bir yere gideceğiz ama sanırım öncelikle size buraya nereden geldiğimizi söylemem lazım. Tevazu zannettiğimiz şeyin aslında tevazu olmadığını düşünüyordum ki tefekkür zannettiğimiz şeyin de aslında tefekkür olmadığı “taklitten tahkik doğar” cümlesiyle birlikte kalbime düşüverdi. Tevazu, kendimizi herkesten daha aşağı görmeye çalışmamız değil; istesek de kendimizden daha edna birisini göremeyecek oluşumuz değil midir? İlkinde çaba, temrin, özenti ve güzel bir şey olduğunu bildiğimiz için tevazu ile hallenmeye çalışmak var, ikincisinde istesek de mütevazı olmaktan başka bir şey yapamamak. Birisi elde edilmeye çalışılan, diğeri lütfedilen. İlki taklit, ikincisi tahkik. Birisi arızi, şartlara ve sana göre değişebilir, diğeri senden ve şartlardan bağımsız olarak sabit. Taklit olan yeni yürümeye başlayan bir çocuğun ilk adımları gibi, tahkik olan maraton koşucusunun bir parkta bahar yürüyüşü gibi. Birinde düşmek kaçınılmaz, diğerinde ayak sürçmesi, belki... Sürçmeyecek olsa maraton koşucusunun peygamber olması icap ederdi zira. Peki, o aslolan tevazuya erişememiş olmamız, taklitle mütevazı olmamıza engel midir? Hayır, çünkü maraton koşucusu da bir zamanlar bebekti. Buradan bakınca hakiki tevazuya ulaşmak isteyenin evvel emirde taklit ile mütevazı olması şarttır. Soru şu şimdi de, neyi taklit edecek? Daha doğru soru ise şöyle olmalıydı: Kimi taklit edecek? Tevazuun tahkikine ermek isteyenin yapması gereken mütevazıyı taklit etmektir, tevazuu değil! Hal taklit edilmez çünkü hal sahibi taklit edilir.
Kişi kendisinde bir şeyin var olduğunu düşündüğü müddetçe onu elde etme çabasına girmez. Mütevazı olduğunu düşünen bir kişi niçin bir başkasının tevazuunu taklit etsin ki? O zaman şöyle diyebiliriz sanırım: Bir şeyin hakikatine sahip olmak isteyen insan, ilkin o şeyin aslından mahrum olduğunu fark etmeli. Nasıl fark edecek? İnsanın kendisinde var zannettiği şeyin aslında var olmadığını anlaması için mutlaka ona gerçekten sahip olanı tanıyıp bilmesi gerekir çünkü sahtenin sahteliği hakikinin yanında ortaya çıkar en çok. Var zanneden aramaz, bulanı gören olmadığını anlar, anlayan arar, bulmak isteyen taklit eder, taklit eden tahkikine erer, o da nasibi kadar.
Tefekkür meselesinde de durum aynı. Yerlere göklere ve ikisi arasında bulunanlara bakıp hepsinin bir varlık hikmeti ve yaratıcısı olduğunu düşünmeye çalışmak tefekkür değildir. Olsa olsa tefekküre girişin eşiğidir. İçeride bir has oda var. Oraya varanlar “düşüneyim” diye değil; tefekkürden başkası ellerinden gelmediği için düşünürler. Nefes alıp vermek gibi. Öyle habersiz, öyle gayretsiz, öyle sıradan... “Yürürken, otururken, sırtları üzeri uzanırken” eşya ve hadisatın içinde zerre noksan bulamayasıya ve bu tamlığın içinde kendi noksan ve aczlerini iliklerine kadar hissedesiye tefekkür ederler. Biz arada bir gaflet perdesini aralamaya çalışırken onlar istese de gafil olamayacak kadar ayıklık denizine gark olmuşlardır. Gafleti ararlar hatta ayıklığın ne menem bir şey olduğunu bir kez daha tadabilmek için. Arayışları bile Allah iledir. Bakarsın ellerinde bir tesbih, dili damağa yapıştırmışlar, Allah diyorlar. Soruversen ne yapıyorsunuz diye. Cevap bellidir: Gaflet arıyorum.
Tıpkı tevazu meselesinde olduğu gibi o tefekkürü bulamayışımız bizi bu tefekkürden alıkoymamalıdır. Bilakis oraya varmak isteyenin şimdiki menzili burası olmak mecburiyetindedir. Tefekkürümüzün emredilen gibi olamadığını anlamak için yapılacak şey tefekkür ehliyle düşüp kalkmaktır. Zira hal sâridir, bulaşır. Tevazu gözle görülür, tefekkür kalple sezilir fakat her ikisi de ancak hakikatine sahip olanlarla birlikte olarak ele geçer.