Dünyaya geldim gitmeye
Sorularımızla varız, cevaplarımızla insanız, cevabımızın uğruna ödediğimiz bedel kadarız. Sorularımız kimliğimize dair ipucu verir bize cevaplarımız ayna tutar, verdiğimiz cevaba muvafık...
Sorularımızla varız, cevaplarımızla insanız, cevabımızın uğruna ödediğimiz bedel kadarız. Sorularımız kimliğimize dair ipucu verir bize cevaplarımız ayna tutar, verdiğimiz cevaba muvafık yaşayışımız bizi insan kılar. Sorularımızın büyüklüğü kadardır çapımız; cevaplarımızın hakikatle irtibatı kadardır ızdırabımız ve o ızdırabı hayatımıza aksettirebildiğimiz nispette kıvam tutan bir şeydir kemâlatımız.
Bir sorgu odasında, bunaltıcı ışıklar altında, iyi ve kötü polisçilik oyununun orta yerinde, o ya da bu sebepten yanlış yahut çelişkili bir cevap ile kendisini ele veren suçlular vardır ya hani, işte o hesap. Sorularımız ve cevaplarımızla kendimizi ele veririz fakat başkasına değil kendimize. Ayna tutar, “kim”liğimizden haber verir bize suallerimiz ve cevaplarımız. Soru sadece bir başkasına sorduğumuz şey değil, bilakis ve aslında kendimize sorduğumuzdur. Çünkü insan ancak sorularıyla fark edebilir kendisinin kendisinden bir başkası olduğunu. Bir başkasıyla tanışma ihtiyacı ancak bu şekilde ortaya çıkar ve bir başkası dediğimizde ifade ettiğimiz bizden gayrı yeryüzünde yaşayan bütün insanlardan ziyade bizzat biziz, kendimizizdir. Kalbi çınlasın Dücane Cündioğlu’nun. Kendisinin kendisinden bir başkası olduğunu fark eden insan aramaya başlar ve özlemeye kendisini... Hele bir de “ben kimim” sualiyle başlayan macera “kim benim?”e gelip dayanırsa, işte o zaman ayıkla taşın pirincini.
Bir yanın der ki: Mansur ene’l Hakk söyledi Mansur değil can söyledi/ Can içre canan söyledi keşf eyleyip esrarını.” Bir yanın karşı çıkar: “Dava-yı Mansur eyleyen kande göster dârını/ Sen seni yok eyledin ya kimden aldın vârını.”
Biz ontolojik ızdıraplar içre kriz ve entelektüel buhranı yaşayan cins kafa namzetleri değiliz, küçük kimseleriz. Kaldı ki modern çağın cins kafalarının ekseriyetinin dahi sualleri şol sebepten ya fazlasıyla mirastır yahut alabildiğine artistik. Cevapları ya bedeli ödenmemiş kadim bir ezbere yaslanır yahut hazmedilmiş süsü verilen bir başka ezberin uyarlanmış terennümüne.
İddiamız yok, küçük kimseleriz biz, “Nereden geliyorsun?” diye bir soran olsa cevabımız geldiğimiz semtten ibarettir; “Nereye gidiyorsun?” denildiğinde Allah’tan başka her şey gelebilir aklımıza. Buraya niçin geldin deseler “‘Ben gizli bir hazineydim bilinmeyi sevdim’ buyuran Rabbimin muradınca...” diye devam edecek bir çileyi gözlerimiz yaşararak susmayız ve “Sen kimsin” diyecek olsalar ismimiz ve soyadımızdan başka bir şey gelmez aklımıza.
Bir muhabir elinde mikrofonla sokak ortasına çıksa ve karşılaştığı insanlara; “Sen kimsin, nereden geldin, nereye gidiyorsun, dünyaya niçin geldin” diye sorsa alacağı cevaplar neler olurdu? Biraz biliyorum gerçi. Doksanlı yıllarda yaptığım ilk televizyon programı için Ankara’da böylesi röportajlar yapmıştım. Elinde mikrofon, yapacağı iki röportajla dünyayı değiştireceğine inanan toy ve atanamamış bir Sokrates’im o vakitler. Soruyorum “Sen var mısın?” Cevap: Varım tabii! İspat eder misiniz? Karşınızda duruyorum ya. Ama şu ağaç da karşımda duruyor. Evet o da var.