Duvar
Aramızda duvarlar var. Birbirimizi görmemek, anlamamak, duymamak için önyargılarımızdan, ön kabullerimizden, egolarımızdan, aidiyetlerimizden, zaaflarımızdan, ideolojilerimizden, anlama biçimlerimizden, yorum...
Aramızda duvarlar var. Birbirimizi görmemek, anlamamak, duymamak için önyargılarımızdan, ön kabullerimizden, egolarımızdan, aidiyetlerimizden, zaaflarımızdan, ideolojilerimizden, anlama biçimlerimizden, yorum farklılıklarımızdan, ırkımızdan, cinsiyetimizden, kibrimizden, ezberlerimizden, statümüzden, şehrimizden, muhitimizden ve daha bilmem nelerimizin hepsinden birden duvarlar örmüşüz. İç içe geçmiş, birbirini bazen örten, sıklıkla tahkim eden ama hep sinsice saklayan milyonlarca görünmez duvarın ardından işitmeye çalışıyoruz birbirimizi ve görmeye ve anlamaya... Fakat ne mümkün! Herkes bir başkasının sağırı. Herkes kendisine benzemeyenin körü. Herkes kendisinin, kendim derken içini doldurduğu her şey kadar budalası.
İnsanla insanın arasında bu duvarlar, insanlarla insanların arasında. Doğu’yla Batı’nın, zenginle fakirin, sağcıyla solcunun, kadınla erkeğin, yaşlıyla gencin, o şehirle bu şehrin, o partiye oy verenle bu partiye oy verenin, o takımı tutanla bu takımı tutanın, dini öyle anlayanla böyle yorumlayanın, o yazarı sevenle bu şairi sevenin, yürüyenle koşanın, oturanla ayakta duranın, kıyam edenle secde edenin arasında. Bu kahrolası duvarların başkasına bakan tarafları ne kadar sağlam ve kasvetli tuğlalarla örülmüşse bize bakan tarafı da o kadar ışıltılı ve narin aynalarla bezenmiş. Duvarın öbür yanını görmek ister gibi yapıyoruz ama elimiz saçlarımızda, gözümüz aynada. Duvarın ardındakini işitmek ister gibi yapıyoruz ama elimizde bir bez, aynanın lekeleriyle meşgulüz. Anlamak ister gibi yapıyoruz duvarın ardındakini ama aynadaki suretimizin sarhoşuyken ne mümkün. Duvarın öbür tarafı da bizden farklı değil üstelik. Orada da manzara aynı. Bilinmeyen bir zamanda bilinmeyen bir mekânda toplanmış ve bir anlaşmaya bilmeden imza atmış gibiyiz: Anlar gibi yapmanın adı anlamak olsun, dinler gibi yapmanın adı dinlemek, görür gibi yapmanın adı da görmek. Birlikte yaşamamız için lazım olan her şeye varmış gibi yapacağız; ortadan kalkmadan birbirimizi asla tanıyamayacağımız duvarlara da yokmuş gibi. İmza: Ben.
Dünyanın en kısa, en saçma, en lüzumsuz masalı bu. Bir varmış bir yokmuş, ‘ben’ler bir imza atmış, bedeli ödemek ‘biz’e düşmüş.
Kendimizden, ‘ben’imizden bir dünya yapmışız kendimize, istiyoruz ki her şey onun etrafında dönsün ve hatta zannediyoruz ki her şey onun etrafında dönüyor. Bizim doğrumuzdan başka bir doğru yok, bizim gördüğümüzden başka görmeye değer bir şey yok, bizim anladığımızdan başka anlaşılacak bir hakikat yok, bizim sevdiğimizden başka sevilmeyi hak edecek bir güzel yok, bizim sözümüzün ötesinde söylenebilecek bir söz yok, bilgimizin üstünde bilgi yok, yolumuzdan gayrı yol yok, derdimizden başka dert yok. Yok, yok, yok oğlu yok! Bu kadar anlamsız ‘yok’un arasında muhabbet nasıl ve niçin var olacak? O da yok.
Muhabbet olmayınca, birlik beraberlik yok, anlayış yok, insaf yok, iyi niyet yok, tahammül yok, müsamaha yok, empati yok, af yok, tebessüm yok, bakmayın bir zeytin dalı etrafında milletmiş gibi yaptığımıza ortada millet yok!
Bunca yoku ortadan kaldırmanın bir yolu yok mu? Var!