İnşa imha ihya
Sanatın hemen her sahasında vaziyetimiz aynı: Eserlerimiz, ya köksüz ve bizimle hiç bir irtibatı olmayan -sözüm ona modern- bir forma bürünüyor yahut “biz” olduğumuz köklü zamanların birebir...
Sanatın hemen her sahasında vaziyetimiz aynı: Eserlerimiz, ya köksüz ve bizimle hiç bir irtibatı olmayan -sözüm ona modern- bir forma bürünüyor yahut “biz” olduğumuz köklü zamanların birebir kötü bir kopyasından müteşekkil gereksiz, kuru ve kaba bir taklide... Gelenekten beslenmeyen, bize has tasavvur çizgisine herhangi bir şekilde atıfta bulunmayan, asırların tecrübe ve birikimine sırt çeviren sanat eseri bizim değil, içinde biz yokuz. Ortaya bir şey çıkıyor nihayetinde ama ne bizim iyimizden haber veriyor bize ne güzelimizden ne de doğrumuzdan. Dolayısıyla eser güzel bile olsa bizim olmuyor, “biz” olmuyor. Bu husustaki tembellik ve beceriksizliğimize, ürettiğimiz sanatın kökümüzle rabıtasının olmayışına, bizi yansıtmayışına bir tepki olarak geliştirdiğimiz kötü ve basit birebir kopyacılık anlayışı ise bizi komik duruma düşürmekten başka bir işe yaramıyor. Hafız Osman’ın levhalarının duvarlardan indirildiği, Şeyh Hamdullah’ın zarafetinin silindiği zamanlardan hüsn-i hat meşk edilen iklimlere dönmek elbette güzel. Ama bir durup düşünmeli değil mi? Bu sanatın böyle icra edildiği dönemlerde biz yeryüzüne revnâk verme makamında bir devlet ve millettik. Mutabakatımız ve tutarlılığımız vardı. Çelişkiden berî ve başkalarının değerler sistemi ile hayatı okuma külfetinden azade idik. Çizgilerimiz buradan hareketle mûnis ve latif, kıvrımlı ve dingin, zarif ve ahenkliydi. Hal böyleyken o günden bugünlere gelene değin yaşadığımız türlü inkisar ve travmaların neticesinde ortaya çıkan çelişki ve gerginlik, yitirilen ruh ve maya, çekildiğimiz sahaya olanca hodbinliği ve hoyratlığıyla yerleşen medeniyetin bize sunduğu teklifle başa çıkma telaşı içinde nereye koyacağımızı bilemediğimiz akıl ve kalbimiz bugün üretme derdinde olduğumuz sanata bütün gerçekliği ile yansımak durumunda değil mi? Levnî bugün yaşasaydı o minyatürü öyle mi yapardı? Ser mimâran-ı cihan ve mühendisân-ı devran koca Sinan’ımız hayatta olsaydı Süleymaniye yine bu haliyle mi inşâ edilirdi? Bâkî o şiiri öyle mi yazardı, Itrî o besteyi öyle mi yapardı?
Sanatın hangi sahasıyla iştigal ediyorsa olsun her bir sanatçımızın evvel emirde bu sorulara cevap vererek yola çıkması gerekiyor. Çünkü dünle irtibatı olmayan form ve çizgiyle yarınlara kalacak bir iş yapabilmek de, dünün iklimini hiç hesaba katmadan bugüne adapte ettiğimiz kopyalarla çağ karşısında bir iddia sahibi olabilmek de mümkün değil! Yerli ve milli olmayı sloganın ötesine taşıyarak bir de buradan değerlendirip doğru yorumlamak zorundayız aksi halde komik oluyoruz. Kökü bizde olmayan daldaki çiçek başkası gibi kokuyor; kökü bizde olan ama yaşanan onca badire ve kırılmayı hesaba katmayan ağacın meyvesi ise plastik ve görüntüden ibaret kalıyor. Dede, lafza-i Celâl’e hürmeten ebced değeri aynı diyerek hilali sancağına ve kubbesine taşıyor, laleyi çinilere nakşedip duvarına işliyor; torun dedemi taklit edeceğim diye lale figürlü kaldırım taşlarıyla, hilal desenli halılarla ayağının altına alıyor dedesinin yere düşecek diye endişe ettiği manayı! Bu mudur medeniyetin ihyası? “Nasıl”dan ve “niçin”den uzak, bilgiden ve yorumdan habersiz, bedii zevk ve muhabbetten nasipsiz bu işler bilmem nasıl olacak? Laleyi ayağının altındaki halıya işlememesi gerektiğinin farkında değil ama lafza-ı Celâl’i duvardaki halıya nasıl işleyeceğini de bilmiyor toruncuklar.
Seyahat esnasında bir yol üstü tesisinde duruyoruz namaz için, mescide girince bakıyoruz ki mihrabın iki yanında halıdan yapılma iki levha: Lafza-i Celâl ve ism-i Nebi. Her ikisinin de altında kocaman puntolarla yine halıya işlenmiş, firmanın ismi: “MY HALI.” Biz buyuz işte bu kadarız! Siyasetçimizin düşünmediği, münevverimizin kafa yorup çıkış yolunu göstermediği, sanatçımızın fark edip dert edip tefekkür edip yapamadığını hayırsever bir halıcıdan beklemiyoruz zaten. “I am sorry because you are great bro!”
Estetik diye bir meselemiz yok. Farkında değiliz, olsak en azından şehirlerimiz böyle olmazdı. Estetik diye bir şeyin varlığını bileceğiz, o şeyin bizdeki yokluğunu fark edeceğiz. Bediiyatın zirvesinde dolaştığımız günlerden hakkıyla haberdar olacağız, estetikle bedii zevkin farkını idrak edecek kemâle erişeceğiz. Yediğimiz dayakların, yüzümüzdeki morların gerginliğini adapte edeceğiz geleneğe, ortaya sanatın her sahasını şamil bir genel hat çıkaracağız. Onu tek tek en ince ayrıntılarına varıncaya değin bütün sanat dalları için ayrı ayrı yorumlayıp uygulayacağız ki Rönesans-Reform mirasyedileri birbirine dönüp bu kez “anneeee” diye değil “yaşasınnn” diye Türklerin geldiğini haber verecek. Önümüzde bulgur aşımız, elimizde Mesnevimiz yok ama menzil Viyana’dan ırakta, yürüyecek çok yolumuz var!
Merhume Samiha Ayverdi Süleymaniye Camii’ni tarif ederken aklımda kaldığı kadarıyla şöyle şahane bir cümle kurardı: “Sanki o tepede o mabet zaten varmış da toprağın üzerindeki fazlalıkları alarak onu ortaya çıkarıvermişler. Öylesi bir nispet ve iktifâ!” Tepeye her yerden görünsün diye alabildiğine dikine değil de, kendi doğallığı içinde eriyiversin ve oranın doğal bir parçasıymışçasına toprakla ahenk içinde konumlansın diye mümkün olduğunca yayvan ve enine kubbe kubbe, sütün sütun yükselen mimarimizin şâhikası bir abide. “Hendeseden bir abide” değil ama, burası mühim. Meraklısı, Sadettin Ökten Bey Hocamın Yahya Kemal’in Rüzgârıyla Düşünceler Duyuşlar kitabındaki Süleymaniye bölümüne bir göz atıversin.
“Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı,Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini, hepsi Yeşil’de dua eder, Muradiye’de düşünür ve Yıldırım’da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler. Hepsinde tek bir ruh terennüm eder.”