Suya sabuna dokunmanın bedeli
Bizi karşılıksız seven, canından parça bilen, kalbimizden, dürüstlüğümüzden, niyetimizden emin, o yüzden iftihar eden, duasını eksik etmeyen… Ama yine de bu halkın iktidarlar, muktedirler...
Bizi karşılıksız seven, canından parça bilen, kalbimizden, dürüstlüğümüzden, niyetimizden emin, o yüzden iftihar eden, duasını eksik etmeyen…
Ama yine de bu halkın iktidarlar, muktedirler, mütegallibeler, zalimler, diktatörler karşısında yüzlerce yıllık öğrenilmiş çaresizliğini en çarpıcı acılıkla özetleyen deyişle…
“Aman sen yine de suya sabuna dokunma” diyenlerimizin sözünü dinlemememin bedelini ödüyoruz.
Suya sabuna dokunmanın yunmuş-yıkanmışlık, temizlik-tertemizlik, paklık-pirüpaklık olduğunu bildikleri halde…
Karşımızda suya sabuna dahi dokunamayacak kirlilikleriyle gemi, üstelik “Din” diye diye azıya almışlar olduğunu bildikleri halde…
Ahlâkımızdan, namusumuzdan, haklılığımızdan asla tereddütleri olmadığı halde…
Ahlâksızlığın, namussuzluğun, nâhaklığın kararttığı memleket havasında güvercin ürkekliğiyle yaşar hale gelmiş sevenlerimizin sözünü dinlememenin bedelini ödüyoruz.
Suya sabuna dokunmanın bedelini ödüyoruz.
***
Gazetemize darbenin hemen ardından adeta yaralarımızı sarma yolunda birbirimize sokulduğumuz büroda duayenimiz Orhan Erinç bir anısını paylaştı. 1961’de çalıştığı gazetede, bir dönem yazı yazan Necip Fazıl Kısakürek’le ilgili…
Necip Fazıl gazeteye “Büyük Doğu”ya gönül vermiş İslâmcı gençlerle gelir, faksın dahi olmadığı o günlerde yazısını bir odada yazar, bırakır ve yine “Büyük Doğu”lu gençler eşliğinde gidermiş.
Bir gün Orhan Abi, kapıda Necip Fazıl’ın yazısını bitirip çıkmasını bekleyen gençlere dayanamamış, sormuş: “Yahu bu adam kumar da oynuyor, içki de içiyor, siz buna nasıl bu kadar adadınız kendinizi” diye…
Cevap net gelmiş: