Kin ve nefret rüzgarı fırtınaya dönüşürken…
70’li yıllardaydık.TRT’nin siyah-beyaz yayın yapan tek kanallı televizyonunda çalışıyor, en çok seyredilen programlarından biri olan“Yaşadığımız Günler”i hazırlayıp...
70’li yıllardaydık.
TRT’nin siyah-beyaz yayın yapan tek kanallı televizyonunda çalışıyor, en çok seyredilen programlarından biri olan“Yaşadığımız Günler”i hazırlayıp sunuyordum.
Günün birinde Çocuk Esirgeme Kurumu’na ait yuva ve yurtlarda görev yapan bir öğretmenden adeta “iç burkan” bir mektup aldım. O yıla kadar yuva/yurtlar tüm kamuoyu için “kapalı bir kutuydu”. İçeride neler olup bittiği, korunmaya muhtaç çocukların hangi koşullarda barındıkları pek bilinmiyordu.
Mektupta anlatılan tüyler ürpertici gerçekleri okuyunca, o karanlık perdeyi yırtıp, ardındakileri tüm çıplaklığıyla gün ışığına çıkarmaya karar verdim.
* * *
Kamerayla gittiğimiz söz konusu yurdun fiziki görünümü “içler acısıydı”. Yağmurda çatısı akıyor, çocuklar rutubetten sıvaları dökülmüş odalarda- neredeyse- üst üste yatıyorlardı. Isınma sorunu had safhadaydı. İdrar kokusundan yatakhanelere girmek olanaksızdı. Yataklar, çarşaflar simsiyah, yemekler berbattı. Malzemeler çalınıyor, bu nedenle örneğin; “etli nohut” diye verilen yemekte ete rastlanamıyordu! Çocuklar ancak haftada bir gün, o da birkaç dakikalığına su yüzü görüp yıkanabiliyordu. Tabii suyun altına girip çıkmaya “yıkanma” denilirse!
Kısacası maddi anlamda yokluk, imkansızlık anlatılacak gibi değildi.
Kendi aramızda oraya bir de isim bulmuştuk: “Sefalet Palas!..”