Orhan Kenasarı’nın ardından: Bir şahitlik yazısı
İnancın, atadan, toplumdan babadan devralınan ve lakaytça harcanabilecek bir miras olmaktan öte bir anlamının olduğunu, bu kadar çarpıcı bir biçimde, ilk onun duruşunda görmüştüm.İnsanın...
İnancın, atadan, toplumdan babadan devralınan ve lakaytça harcanabilecek bir miras olmaktan öte bir anlamının olduğunu, bu kadar çarpıcı bir biçimde, ilk onun duruşunda görmüştüm.
İnsanın üzerinde bir etkisi görülmeliydi inancın; davranışına, hayat tarzına, ideallerine, davasına, kavgalarına, duruşuna yansımalıydı. Kişiyi değiştirmeli, rutin hayatın dışında bir şeyler yapmaya sevk etmeliydi. Mümin kişi hayatın dehrinde, olayların rüzgarına kapılıp giden bir yaprak gibi olmamalıydı. İnsanın hayata gelişinin bir anlamı vardı. Bu anlam dünyanın imarıydı. Dünyanın imarı ise onu fesada boğmaya çalışan ve yeryüzüne geliş amacını unutup başka insanlar üzerinde tanrılık taslayan, insanları kendine kul köle etmeye çalışan azgınlara ve yaptıklarına karşı durmaktı. O azgınlar hayatımızın her yerinde, her aşamasında…
12 Eylül yeni olmuştu. Kenan Evren’in sığ ve kaba diktatörlüğüyle insanları aşağılayan tutumu bile onun için bu azgınlığın en basit biçimiydi. Oysa hayatımıza sirayet etmiş başka irili ufaklı şaşkınlıklar, azgınlıklar, gaflet ve dalaletler vardı. Bunlara karşı uyanık olmak ve hayatımızı yaratıcının bize bahşettiği onurlu, şerefli varlık seviyesine çıkarmak lazımdı.
Öğretmendi Orhan Hoca. Müthiş bir ikna kabiliyeti, öğrencilerin kalbine ve zihnine hemen nüfuz eden bir belagati vardı. Zekice espriler yapıyor, yer yer taklitler yaparak anlatmak istediği insanlarla ilgili keyifli tiplemeler yapıyor, bir saniyeyi bile boş geçirmiyor, anlatıyor, anlatıyordu. Sokrates gibi adamdı, her yaştan her cinsten her kesimden herkesin hakikati anlayıp benimseyebileceğine inanıyor ve ona göre davranıyordu. En büyük hakikat Tevhitti.
Müthiş bir akıl ve mantık performansıyla herkesin içinde taşıdığı o hakikati açığa çıkarmak mümkündü. Bunu yapmak lazımdı, yapıyordu. Tebliğ diyordu buna. Sadece öğrencilere değil, memurlara, işçilere, köylülere, esnafa, tanıdığı tanıştığı herkese bir teklifi vardı adeta.
Hakikat onun için bir dertti tabi ve ben onun derdini sevmiştim. O derde tutkuyla derman bulmaya çalışması, bunun için yana yakıla çabalıyor oluşu, büyük bir tevazu ile çırpınışı bende büyük bir hürmet ve muhabbet uyandırmıştı.