Devlet’i anlamak
Devlet’i anlamakta zorluk çekiyorum. Diyebilirsiniz ki “Kardeşim, devleti anlaman şart mıdır?” Değil, elbette. Fakat insan merak ediyor. Mesela siyasî iktidar değişince Devlet de onunla birlikte değişiyor mu? Siyasî...
Devlet’i anlamakta zorluk çekiyorum. Diyebilirsiniz ki “Kardeşim, devleti anlaman şart mıdır?” Değil, elbette. Fakat insan merak ediyor. Mesela siyasî iktidar değişince Devlet de onunla birlikte değişiyor mu? Siyasî iktidar kendi ideolojik kadrolarını ülkenin bütün kurumlarına yerleştirdiğinde, anayasayı değiştirme ve kanun çıkarma gücünü ele geçirdiğinde, Devlet somut değil de bu kez soyut olarak, bir sis tabakası gibi varlığını sürdürüyor olabilir mi? Benim için bu soru, Lenin’den, hatta Hegel’den ya da Dimitrov’dan alınmış bir tekerlemeyle çözülemeyecek kadar zor.
Bence 2007, 2010 ve 2017 referandumlarına kadar Devlet kısmen yerli yerinde duruyordu. Devlet’in kurumları vardı; mesela kendi teşkilatı olan bir MGK, nesnel analiz yaparak hükümetlere yol gösteren bir Dışişleri Bakanlığı, kendi teamül ve gelenekleri olan bağımsız yargı ve denetleme kurumları, saygın ve sahici bir parlamento. Önemli dış ve iç sorunlar patlak verdiğinde, Devlet’in derinlerinden gelen sesler medya aracılığıyla siyasi kadrolara ayar verebiliyordu. Amerikancı askerî darbeler bile bu yapının ana hatlarını bozamadı.
Aslında çok demokratik olduğunu düşündüğümüz bütün ülkelerde Devlet böyle bir şeydir. Zaten kapitalist toplumlarda “demokrasi” dediğimiz şey de Devlet’in bir yönetim biçimidir; kişilere ya da ekiplere değil de kanunlara riayet eden devlet kurumları ile halk arasında oluşan bir dengenin, anayasayla kurulan bir mutabakatın varlığıyla ancak demokrasi mümkün olabilir.
Bu denge bozulduğunda ya da iktidar ile halk arasındaki bütün ara kurumlar çok dar bir ekibin yönetimine girdiğinde yozlaşma olur; insanlar işi gücü bırakıp memleketi kurtarmaya soyunurlar, en sıradan gruplar bile kendilerini iç savaş çıkarabilecek ya da iktidarı ele geçirebilecek potansiyele sahip görürler; siyaset adamları, tıpkı iki Meşrutiyet arası (1876-1908) dönemdeki gibi, dış güçlerin çekim alanına girerler, yabancı devlet muhipleri türer; Amerikan silahıyla ülkeden toprak kopartmak isteyen örgütün dağda bayırda seçilmiş adamları yasama meclisine girip başlarının üzerinde “demokrasi” halesiyle dolaşmaya başlarlar. Ve nihayet toplumun kendi Kuruluş tarihinden ve yurttaşlık kültüründen gelen temel değerleri kaybolmaya yüz tutar, sınıfsal yapısı şekilsizleşmeye başlar, insanlar kendi inançlarına ya da mensubiyetlerine göre türettikleri değerler üzerinden birbiriyle çatışan, özel yasaları kuralları olan yabancılaşmış gruplara ayrışırlar. Bir ülke için bundan daha büyük bir felaket ne olabilir?
Bir sosyalistin Devlet’i arzulaması ya da “bir Devlet olsun da biz onu yıkıp proletaryanın devrimci demokratik diktatörlüğünü kurmaya çalışalım” gibi acayip bir düşünceye kapılması, ilk bakışta çok tuhaf ve trajikomik gelebilir. Öyledir de… Fakat Devlet en temel örgüttür; eğer bir siyasî parti, iktidarı ele geçirerek devlet yapısını kendi suretinde yeniden örgütlemiş ve kendi taraftarları dışında nüfusun neredeyse yarısını yabancılaştırmışsa, ortada büyük bir sorun var demektir.
Hiçbir siyasî kaygı taşımadan, seçim telaşı ve iktidardan düşme korkusu olmadan kurmay aklıyla çalışabilen insanlara, siyaset dışı uzmanlara başvurmayan, günü kurtarmaya çalışarak düveli muazzama’yla ülkenin kaderi üzerinden kapalı kapılar ardında pazarlık yapan siyasî iktidarlar, yönettikleri ülkeyi çıkmaza sokarlar.
İktisadi kriz emin olun çok önemli değil. Yabancılar ülke ekonomisinin neredeyse yarısına hükmediyor ve oynak sermaye çaktırmadan tüyüyor olsa da, emek yerli yerinde duruyor; halkımız eker biçer, üretir, kimse aç kalmaz.
Fakat dış politika öyle değil. Dikkatle bakıyorum ve S-400’leri almak üzere (mi?) olduğumuz Rusya’yla İdlib’de resmen bir vekâlet savaşı içinde olduğumuzu, Conilerin ise NATO’nun güneydoğu kanadını tahkim etmek, aksi hâlde bizi mahvetmek için her şeyi yapabileceğini görüyorum. Kuşatıldığımız Doğu Akdeniz’de normal ilişki içinde olduğumuz tek bir ülke kalmadı. Bir konferansta, emekli bir amiral aynen şöyle demişti: “Güçlü bir diplomatik atılımla eşzamanlı olarak Doğu Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmeden orada savaş gemisi dolaştırmak cephanelikte sigara yakmaya benzer.”