Yeni bir dünya
Gâvur memleketlerinde bir kafeye ya da restorana gittiğinizde şöyle tabelâlar görürsünüz: “ÉmileZola, bu masada otururdu” ya da “Guy de Maupassant, Seine nehrinde kürek çektikten sonra kahvesini burada...
Gâvur memleketlerinde bir kafeye ya da restorana gittiğinizde şöyle tabelâlar görürsünüz: “ÉmileZola, bu masada otururdu” ya da “Guy de Maupassant, Seine nehrinde kürek çektikten sonra kahvesini burada içerdi” ya da “Alexandr Puşkin düelloya gitmeden önce son yemeğini burada yemiştir”. Ya da mesela, Trier’in Petrisberg tepesinde, “Napoleon Bonaparte karargâhını burada kurdu” gibi bir levha vardır. Tarihi şahsiyetlerin izleri her yerde görülür.
Böyle şeyler önemlidir. Yurttaş kimliğiyle, vatanseverlik duygularıyla ilgilidir. Şehrin insanlarını tarihe bağlar, onlarda aidiyet ve süreklilik duygusu yaratır. Yeryüzünde bütün şehirlerin dokunulması teklif dahi edilemeyecek yerleri vardır. Ankara için Çankaya Köşkü, İstasyon Binası, Atatürk Orman Çiftliği ve daha pek çok yer böyledir.
1925’te AOÇ’de açılan Merkez Lokantası da dokunulmaması gereken bir yerdi. İçerideki Atatürk fotoğraflarını, camlardaki, kapı kollarındaki armaları hatırlayanınız vardır. İlk gittiğimde ilkokul öğrencisiydim. En son bahçesinde Hasan Yalçın’la rakı içmiştik. Şimdi orası Saray’a yakın Kaşıbeyazlar’ın kebapçı dükkânı.
Yıllar önce AOÇ’nin çiftlik bölümüne girmeye teşebbüs ettim. Kapıdaki bekçi, “Yasak!” dedi. Bunun üzerine bisikleti de sürükleyerek tel örgülerin altından sürünerek geçtim. Engeli aşınca 1930’lara dönmüş gibi oldum. En çok aklımda kalan Ankara Kalesi’nin çok değişik bir açıdan muhteşem görünüşü oldu. Her şey çok başkaydı: Taş duvarlı, geniş damları kırmızı kiremitli çiftlik evleri, ahırlar, ağıllar, kümesler, rüzgârda hışırdayan dev kavak ağaçları, su kanalları, ekili topraklar, Arnavut kaldırımından dar patikalar... Üretim birimleri muhafaza edilerek o geniş arazinin halka açık bir park yapılması uygun oldurdu.
İstasyon binasına ise ilk kez 1959 yılında ayak bastım. Şubat tatiliydi. Trenden inip ailece bindiğimiz faytonla halamın Maltepe’deki evine giderken Ankara’yı ilk kez görmüştüm. Daha sonra hayal mi kurdum yoksa gerçek mi bilmiyorum ama o gece Ankara’yı bir faytonun içinden en ıssız ve muhteşem hâliyle, karla kaplı geniş bulvarlar boyunca siyah-beyaz bir resim olarak görmüş gibi hatırlıyorum: Eski Meclis, Ankara Palas, Ulus Meydanı’ndaki anıt, Etnografya Müzesi, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Zafer Anıtı, Güvenpark, Anıtkabir.
Şimdi benim merak ettiğim şudur: Millî bayramlarda, 10 Kasım’larda hep birlikte Anıtkabir’e gidiyor, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” diye bağırıp İzmir Marşı’nı söylüyoruz da, aynı şeyi neden tarihi İstasyon’daki Direksiyon Binası’nın önünde ve AOÇ’de yapmıyoruz? Ya da artık çok geç olduğunu düşünürsek, neden yapmadık?