"Suçluyorum!"
Hayat ne de acımasız, ne de şiddetle devam ediyor. Gazeteci olarak bir günün içerisinde birden çok manşetlik olay yaşıyor. 2009 Silivri'de Kumpas davalarını izlerken "Yüzbaşı Dreyfus" olayına atıfta bulunup...
Hayat ne de acımasız, ne de şiddetle devam ediyor. Gazeteci olarak bir günün içerisinde birden çok manşetlik olay yaşıyor. 2009 Silivri'de Kumpas davalarını izlerken "Yüzbaşı Dreyfus" olayına atıfta bulunup, Emine Zola'nın ünlü "Jakkuse" yani "Suçluyorum!" sözünü yazdığımda "kaşındığımı" belirtmişti meslektaşlarım. Bu hukuksuzluğa isyanımdı. 2010 yılının sonlarında Balyoz kumpası ile yüzlerce Türk subayı toplu halde Silivri'de "kapatın kapıları" talimatı ile tutuklandığında da: Mikhail Bakunun'in "Hukuk iktidarın fahişesi mi oluyor?" diye yazdığımda alerjimin son noktasında hatur hatur, kanata kanata kaşınıyordum, Devletin yetkili, etkili ve de o dönem pek kıymetli elemanları (bugün firardaki polis şefleri) gelip: "Milliyetçi-Ülkücü kimliğinizden dolayı sizi almak istemiyoruz. Savcı Bey, cepheyi genişletmeyin. Ülkücüleri uyarın. Ergenekon-Balyoz davalarında darbecilerle ülkücüleri ayırın" talimatı verdi. "Siz bu işlerden uzak durun" tebligatında bulundu. Güldüm elbette... Asrın savcısına selam yollayıp "Alırsa bütün Türkiye O'nunla olan aşkımızdan bahsedecek" gideri ile yolladım sözde devletin görevlilerine... O ve şürekası ve de emir aldığı merkezde kasetim yoktu. Arşivlerinde kaydım olsa da görüntüm, zaafımla ilgili toz zerresi bulunmuyordu. Oysa elimde devrin resmi görevlilerinin bilgi edinme yasası çerçevesindeki taleplerime cevap verilmeyişine rağmen başta askerlik, rüşvet, sapkınlıkları ile ilgili tanık kayıtları mevcuttu. Kumpasçıların blöfünü görmüş, hamleden yıldıkları için şimdilik yırtmıştım. Akabinde trafik cezalarından, konferans ve yazılarımdan dolayı farklı davalar açılarak yıldırma operasyonlarına tabi tutuldum. Özel hayatım dahil didik didik edilmeyen bir şeyim kalmadı. "Suçluyorum" ve "Adalet iktidarın fahişesi olmuş" yönündeki yazılarımı bir başkası yazar ve zaman kaynağı göstererek yazmaya cesaret edemezken bana vergi ve usul cezaları yağdırmaya başladılar. Olsun... Bedelini ödedim. Ödemeye devam ediyorum.Bu arada bizim eski mahalleden yani Milliyetçi-Ülkücü çizgimizin siyasi organizasyonundan dolaylı kuryeler gelmeye başladı. "Ne yani, 12 Eylül'de bize işkence yapan askerleri niye destekliyorsun? Onlar zaten darbeci... Ergenekon'da eski Maoculardan, mafyacılara kadar bir sürü kriminal tip var... Uzak dur... Senin yazıların bir şekilde bizim camiayı bağlıyor" safsataları ile uyarıyorlardı kafalarına göre. Öfkelendim. "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" gibi sözlerin ardına sığınmadan direkt olarak: "Söyleyin Şehmuz'a O'nun bağlı olduğu kurum artık millî bile değil" dedim. Kovdum resmen... Ardından, kilisede çalan sayılı çanların hikayesini yazdım. Birileri yeni keşfetmiş olabilir. "Adaletin ölümünde çanların kralınkinden fazla çalışını" hatırlattım. "Manyak mısın!" diye çıkıştılar. Çizmeyi aştığımı falan söylediler. Çizme denilen İtalyan yarım adasına benzeyen cofrafya mıydı bilmem. Ayağım taraklı sıkar giyemem dedim. İnatla bir kaç kitap yazdım. Sarı öküze, dijital teröre dikkat çektim. Memleket koro halinde "askeri vesayet" şarkısını söylerken "askerlerin linci"ne dikkat çektim. Birileri "Bitsin bu hasret... Ne istediniz de vermedik" yakarmalarına başlamışken ısrarla "Kayıp Kardinal" diye bağırdım... İtibar infazına uğratıldım yandaş medya tarafından. Başta "The Taraf" olmak üzere "Zaman" dahil bazıları şizofrenlerle röportaj yapıp adımın baş harfleri yerine tamamını mesleki kimliğimle yayınlayarak görevlerini icra ettiler. En yakınlarıma telefonlar açtılar. Bir kısmını inandırdılar. Cidden haddimi aşmıştım artık. Churchil'in ünlü "Türkiye Türklerin yönetemeyeceği kadar önemli ülkedir." sözünü hatırlattıktan sonra: "MHP de ülkücülerin yönetemeyeceği kadar operasyonel bir parti konumuna dönüştürülmüştür" yazımdan sonra nihayet kapım çalındı. Gözaltına alınma kararımın gerekçesinde: "FETÖ adına bir siyasi partiye sızmaya kalkışmak" iddiası vardı. Ne ala... O siyasi parti ki; bugünkü yöneticilerinin tamamı üye bile değil iken o kuruluşun il yöneticisi, MKK ve MYK üyesiydim. Dahası resmi gazetede yayınlanan milletvekili adayıydım. İsimsiz ihbar mektubunu yazanlar o vakit oyunda oynaştaydı. Onlara talimat verenler de sütre gerisinde, kolpada!.. Sorgu için bekletildiğim nezarethanede aklıma ünlü Reza Zarrab'ın "Benim rahmetli annemin babası derdi ki; oropsu ile memurun bahşişini başında (peşin) verin" sözleri yankılandı kulaklarımda... Sahi bahşişi mi unutmuştum ne!.. Bizim kültürümüzde, töremizde, bugünkü hayat tarzımızda memurun da, orospunun da yeri olmadığı için "bahşiş" mefhumuna uzaktık. En fazla garsona, komiye, berber çırağına gönülden verdiğimizin "koltuk" ya da siyasi ikbal için dağıtıldığından haberdar olamayacak kadar cahilmişiz. Vay be...Dilerseniz yarına, mahkeme kararları ile gönül iftarındaki sohbetlerde buluşalım. Kimbilir 'Kadir Gecesi'nden sonra içimiz açılır? Ne dersiniz?