Osmanlı Ruhu: İnsanlığın yurdu, umudu ve ufku 

Batılılar, farklı inançlarla, kültürlerle barış içinde nasıl birarada yaşanabileceğinin formülünü geliştiremediler. Bunun hakkıyla anlaşılamayan ve aşılamayan yegâne formülünü Osmanlı geliştirdi. O yüzden Osmanlı’ya düşman Batılılar. Osmanlı’nın lafı bile fena halde ürkütüyor Batılıları. Türkiye’nin Suriye’de elde ettiği şaşırtıcı başarı, ister istemez “neo-osmanlıcılık” heyulasının hortlatılmasına yetti. Osmanlı, Batılıların kâbusu. Batı uygarlığı bilfiil / bedenen yaşıyor ama bilkuvve / ruhen


https://w.soundcloud.com/player/?url=https%3A//api.soundcloud.com/trac

Batılılar, farklı inançlarla, kültürlerle barış içinde nasıl birarada yaşanabileceğinin formülünü geliştiremediler. Bunun hakkıyla anlaşılamayan ve aşılamayan yegâne formülünü Osmanlı geliştirdi. O yüzden Osmanlı’ya düşman Batılılar. Osmanlı’nın lafı bile fena halde ürkütüyor Batılıları.

Türkiye’nin Suriye’de elde ettiği şaşırtıcı başarı, ister istemez “neo-osmanlıcılık” heyulasının hortlatılmasına yetti. Osmanlı, Batılıların kâbusu. Batı uygarlığı bilfiil / bedenen yaşıyor ama bilkuvve / ruhen öldü. İnsanlığa vereceği bir şey kalmadı kandan, yıkımdan, katliamdan ve gözyaşından başka!

Oysa Osmanlı bedenen / bilfiil öldü ama bilkuvve / ruhen yaşıyor… İnsanlığın yeniden insanca bir dünya kurmasının en son ve en sofistike formülünü Osmanlı geliştirdi. Batı’daki bazı yazarlar bile “Gel ey Osmanlı!” diye boş yere çığlık atmıyorlar!

Kim ki, “neo-Osmalnlıcılık” hortladı diye feryat figan ediyorsa, bilin ki, o kişi, ya beyni sulanmış, İslâm düşmanı, ya da Türkiye’nin gücünün nerede gizli olduğunu bilmeyen salak veya asalak biridir. 


OSMANLI RUHU: İNSANLIĞIN YURDU, UMUDU VE UFKU 

Osmanlı, dünyanın ruhuydu; adalet, merhamet ve hakkaniyet yurdu, kardeşlik ufkuydu. Osmanlı çekilince dünyadan ruh da çekildi. Dünya ruhsuzluğa mahkûm edildi. Art arda yaşanan cihan savaşlarıyla dünya cehenneme çevrildi.

Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı’yı, dolayısıyla hilâfeti tarihten silmek için hazırlanmıştı. Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı’nın tarihten çekilmesiyle sonuçlandı. Evet, Osmanlı fiilen durdurulmuştu ama ruhen yaşıyordu. Osmanlı’nın ruhu ölmemişti. Ölmesi de mümkün değildi. Osmanlı ruhu, insanlığın ruhuydu. İnsanlığın ruhu, umudu ve yurdu. Osmanlı bilffil / bedenen durdurulmuştu ama bilkuvve / ruhen yaşıyordu.


Tam burada sorulması gereken yakıcı, çıldırtıcı soru şu: Osmanlı ruhu yaşıyor ama Türkiye’nin bir ruhu var mı?

Osmanlı ruhu, Türkiye’nin ruhuna dönüşmesin diye Türkiye’nin hayatından silindi, uzaklaştırıldı, Türkler ruhsuzluğa mahkûm edildi. Türkiye’nin bir ruha sahip olmaması için Türkiye biyolojik olarak yaşıyor ama ruhen ölü, öldürüldü.

Sinan, Osmanlı ruhunun zirvelerinden biridir. Sinan’ın inşasına katkıda bulunduğu Osmanlı ruhu bilffil /bedenen ölü ama bilkuvve / ruhen yaşıyor.

Osmanlı ruhu neydi peki?

Selçuklu’nun ruhunun daha rafine, daha plastik hâliydi.

Osmanlı ruhu, dünyanın ruhuydu: İnsanlığın yurdu, umudu ve ufku.

Fıtratın en öz hâli karakteri olmuştu Osmanlı ruhunu inşa eden inanmış ve adanmış öncülerin.

 

SÜLEYMANİYE’DE FİKİR, ZİKİR VE ŞÜKÜR ÇİLESİYLE ETE KEMİĞE BÜRÜNEN OSMANLI RUHU 

Osmanlı ruhunu en iyi mimari özetler. Mimari, şiirin zirvesidir Osmanlı’da. Osmanlı ruhunun yeşerttiği insan-ı kâmil şahsiyeti, asaletin ve tevazunun bileşkesidir.

Asaletin ve tevazunun bileşkesi, Sinan mimarisinde, özellikle de Süleymaniye’de zirveye çıkmıştır. Selimiye, plastisitenin zirvesidir. Estetiğin.

Süleymaniye ise, insan-ı kâmil’in zirvesidir. Ruhun yani.

Selimiye, estetik nisbetlerin dansıdır. Süleymaniye rûhî / manevî nisbetlerin rabıtası, hakikate katışıksız intisab’nın hâsılası.

Türkiye’nin ruhu Sinan mimarisinde, özellikle de Süleymaniye’de âbideleşmiştir. Süleymaniye’de nisbetlerin ötesine taşan ilâhî nisbet, inziva’da billurlaşır: Süleymaniye’de inziva, hem tevazunun hem de sonsuzluğun işaretidir. Süleymaniye’de asalet ile tevazunun bileşkesi, insan-ı kâmil portresi, zamanı, maddî zamanın ötesine taşır, insanı mülk âleminden melekûtì âleme ulaştırır. Çok yönlü, çok katmanlı bir çilenin meyvesidir bu. Fikir, zikir ve şükür seyrüseferinin...

Fikir çilesi, tefekkürün zirvesi, melekûtî âleme açılarak gerçekleşir.

Mekânı, madde boyutundan soyutlar, manevî bir âleme tebeddül ettirir; bunun elbette bir bedeli vardır: Zikir çilesi’nin neşvünemâ bulması.

Zikir çilesi, insana neyi yitirdiğini hatırlatır.

Şükür çilesi, insanı hakikatle buluşturur. Hakikat, cismanî dünyayı aşmadan lûtfedilmez insana. Maddî gerçeklerin hakikati de.

Cismanî dünya, görünendir, görünenle ilgilidir. Hakikat, görünenin ötesinde gizlenmiştir. Mahcub’tur. Örtülüdür. Setredilmiştir.

Ruhu inşa eden, bir topluma, medeniyete ruhunu armağan eden o ruhu her dâim besleyip büyüten, hakikatin görünen-görünmeyen bütün veçhelerini en leziz şekilde yeşerten hakikat medeniyeti yolculuğunun -başka medeniyetlerde benzeri olmayan- muazzam ve muazzez güzergâhları: Fikir çilesi, zikir neşvesi, şükür meyvesi.

Fikir çilesi, akl-ı selîm’in eseridir.

Zikir neşvesi, kalb-i selîm’in hediyesidir.

Şükür meyvesi ise, zevk-i selîm’in insana lûtfettiği benzersiz lezzetin tâ kendisi. 


SÜNNET-İ SENİYYE YA DA SÖZ, ÖZÜNE KAVUŞTUĞUNDA GİDER KALBE YERLEŞİR… 

Söz özüne kavuştuğunda gider kalbe yerleşir, insana ve varlığa ruh üfler, hayatı benzersiz bir hayata dönüştürür, hakikat medeniyetinin en güzîde örneklerini yeşertir.

Her zaman söylediğim gibi: Hakikat herkese lûtfedilmez. Hakikat hak edene lûtfedilir. Hakikati hak etmek için çilesini çekmek ve bedelini ödemek gerekir. Çilesi çekilen, bedeli ödenen söz öz hakikat katına yükselir, hayatı hakikatle donatır, adaletin, hakkaniyetin ve merhametin yurdu, umudu ve ufku hâline getirir.

Mekke süreci, hakikatin yurdudur. Medine süreci hakikatin umudur. Mekke ile Medine süreçlerinin bileşkesi olan Medeniyet süreci ise hakikatin ufku.

Hakikat medeniyetinin hem vasatı hem de vasıtası, hem mahall’i hem de hâl’i Sünnet-i Seniyye’dir:

Sünnet-i Seniyye, Hakikat Medeniyeti’nin Kur’ân’da çeşitli yerlerde ve çeşitli şekillerde ifade edilen hakikatin görünür-görünmez bütün veçhelerinin, bütün süreçlerinin hayata aktarılmasının hem vasatını hem de vasıtasını oluşturur.

Söz, Öz’üne de, Göz’üne de (Basiret, Kalp Gözü’ne) Sünnet-i Seniyye ile kavuşur.

Özüne ve gözüne kavuşamayan söz hayata değemez. Hayata değemeyen söz, bir dünya inşa edemez; hayatı hakikatle donatamaz, insanın kalbine inşirah sunamaz, tabiatla insan arasında leziz bir denge, bir iletişim ağı ve bağı kuramaz.

Neden?

Çünkü Kur’ân asıldır, Sünnet-i Seniyye usûl. Aslolan hakikate vusûldür. Usûl yoksa füsûl (sapma, savrulma) vardır.

Bu cümlenin daha şiirsel ve saf Türkçeyle ifadesi şöyledir: Kur’ân kaynaktır, Sünnet-i Seniyye ırmak. Aslolan hakikate varmak. Irmak gürül gürül akacak ki, kaynak hayat fışkıracak…

Burada insanın hakikat yolculuğunda Kur’ân’ın Yaratıcı Ruh’un menbaı, Sünnet-i Seniyye’nin ise kurucu kaynağın mecrası olduğunu söyleyeceğim.

Kur’ân ile Sünnet-i Seniyye arasındaki irtibat / ilişki nasıl tezahür ediyor?

Üç aşamada tezahür ediyor: Akval süreci, Ef’âl süreci, Ahvâl süreci. Bu mesele, müstakil bir yazının konusu elbette.

*

Not: Bu yazı, Cins Dergi’nin bu ayki sayısında yayımlanan “Türk Ruhu: Dünyanın Ruhu” başlıklı yazının kısaltılmış bir versiyonudur.

YAZININ DEVAMI
ÇOK OKUNAN YAZARLAR
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Berlin seyahatnamesi 06 Ocak 2025 | 239 Okunma Osmanlı Ruhu: İnsanlığın yurdu, umudu ve ufku  05 Ocak 2025 | 118 Okunma Üç Ayların huzur ve ruh yeşerten iklimi: Direniş, diriliş ve “varoluş” mevsimi 03 Ocak 2025 | 105 Okunma “Alman Düşüncesi ve Siyaseti: Yusuf Kaplan’ın Perspektifi” 30 Aralık 2024 | 465 Okunma Gazze sonrası Almanya da karıştı! 29 Aralık 2024 | 267 Okunma
TÜM YAZILARI
Yorumlar