Vakıfların dönüşümü: Merhamet yurdunun çöküşü
İslâm medeniyeti vakıf medeniyeti. Vakıf, hakikate vukûfiyetin eseri. Medeniyetimizin bütün alanlarına damgasını vuran bir hakikat yolculuğu aslında. Vakıf sistemi, kapitalizme “alternatif” olabilecek bir iktisadî, kültürel ve sosyal varoluş alanı. Bugün sizlere MTO’nun en parlak talebelerinden Mehmet Varıcı hocamızın vakıf sistemi ile ilgili nefis bir yazısını paylaşıyorum. Zihin açıcı okumalar. *** Düşünün, bir zamanlar toplumun kalbi olan vakıflar, şimdi neden sadece birer tabela kurumuna dönüştü?
İslâm medeniyeti vakıf medeniyeti. Vakıf, hakikate vukûfiyetin eseri. Medeniyetimizin bütün alanlarına damgasını vuran bir hakikat yolculuğu aslında. Vakıf sistemi, kapitalizme “alternatif” olabilecek bir iktisadî, kültürel ve sosyal varoluş alanı.
Bugün sizlere MTO’nun en parlak talebelerinden Mehmet Varıcı hocamızın vakıf sistemi ile ilgili nefis bir yazısını paylaşıyorum. Zihin açıcı okumalar.
***
Düşünün, bir zamanlar toplumun kalbi olan vakıflar, şimdi neden sadece birer tabela kurumuna dönüştü? Bir zamanlar açları doyuran, hastalara şifa sunan, mazlumlara kol kanat geren bu yapılar, bugün sadece bağış kampanyalarının gölgesinde yaşam mücadelesi veriyor. Bu dönüşüm, yalnızca bir sistem sorunu mu, yoksa bizim vicdanlarımız mı nasırlaştı?
Vakıflar, İslâm medeniyetinde sıradan bir hayır kurumu değil, adeta hayatın omurgasıydı. Kardeşliğinin en saf tezahürü olan vakıflar, İslâm’ın kardeşlik, dayanışma ve adalet ilkelerinin yalnızca teoride değil, pratikte de hayata geçirildiği bir otosistemdi. Tarihte kurulan medreseler, kütüphaneler ve eğitim merkezleri, yalnızca ilim irfan dağıtmak için değil, aynı zamanda İslâm’ın evrensel mesajını yeni coğrafyalara ulaştırmak için varlık gösterdi. Vakıflar, birer yardım kuruluşu olmanın çok ötesinde bir davanın, bir inancın ve bir ahlak sisteminin taşıyıcısıydı.
Medine dönemine bir bakalım. Ensar ve Muhacir kardeşliği, aslında vakıf kültürünün en güzel örneklerinden biridir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), kardeşliği ve yardımlaşmayı vakıf anlayışıyla topluma yerleştirdi. O dönemde kurulan Mescid-i Nebevi, sadece bir ibadet yeri değildi. Eğitim verilen, yardımlaşmanın ve dayanışmanın hayat bulduğu, toplumsal sorunların çözüldüğü bir merkezdi. İnsanlar buraya sadece namaz kılmaya değil, aynı zamanda öğrenmeye, öğretmeye, yardımlaşmaya ve sorunlarını çözmeye gelirdi. Bu anlayış, İslâm medeniyetinin temel taşlarından biri oldu.
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde vakıf kültürü, çok daha sistemli bir yapıya büründü. Selçuklular, vakıfları sadece camilerle sınırlı tutmadı; eğitimden sağlığa, sosyal yardımlardan barınmaya kadar geniş bir hizmet ağı oluşturdu. Medreseler, hastaneler, kervansaraylar… Hepsi vakıf kültürünün ürünüydü. Örneğin, bir seyyah kervansarayda konakladığında, ona ücretsiz yemek sunulurdu. Yolcular, vakıf sayesinde hem güven içinde seyahat eder hem de temel ihtiyaçlarını karşılayabilirdi. Bu sistem, sadece bireylerin değil, toplumun tamamının refahını gözeten bir anlayışa dayanıyordu.
Osmanlı döneminde ise vakıflar, toplumsal yapının bel kemiği haline geldi. Camilerin çevresinde inşa edilen külliyeler, adeta küçük şehirler gibiydi. Bu külliyelerde sadece ibadet edilmez, aynı zamanda eğitim alınır, hastalara şifa dağıtılır, yardıma muhtaç olanların ihtiyaçları karşılanırdı. Toplumun her kesimine hitap eden bu entegre yapılar, sadece maddi değil, manevi anlamda da bir köprü işlevi görüyordu. Bugün hâlâ Süleymaniye ve Selimiye külliyelerinin büyüklüğüne ve işlevselliğine hayranlıkla bakıyoruz, değil mi? İşte bu yapılar, vakıf kültürünün eşsiz miraslarıdır.
Ancak her güzel şey gibi bu sistem de zamanla değişti. Sanayi devrimi ve modernleşme, vakıfların o güçlü yapısını ciddi şekilde zayıflattı. Sanayi devrimiyle birlikte ekonomik yapılar ve üretim süreçleri değişti. Artık bireysel ve kurumsal gelirler farklılaştı ve vakıfların bağımsızlıkları ortadan kalktı. Modernleşme hareketleri, bu dönüşümü daha da hızlandırarak vakıfların toplumsal hizmet etme anlayışını zayıflattı. Daha da kötüsü, vakıflar, bu değişimle yüzleşmek yerine ona boyun eğdi. İlke ve ülkülerinden taviz vererek değişime ayak uydurmayı tercih ettiler. Bir zamanlar adalet ve dayanışmayı önceleyen bu yapılar, kapitalist sistemin bir parçası haline gelerek kendi köklerinden koptu. Kâr odaklı düşünce, vakıfların ruhunu zayıflattı ve onları, öz ülkülerinden uzaklaştırarak yalnızca bağış talep eden organizasyonlara dönüştürdü.
Bu durum, vakıfların öz kaynağı olan bağımsızlıklarını yitirmelerine yol açtı. Bağımsızlığını kaybeden bir vakıf; siyasilerin ve bürokratların arka bahçelerine dönüşür ve artık ümmetin tamamına hizmet edemez hale gelir. Ne yazık ki, bugün vakıfların birçoğu, topluma hizmet etmek yerine kendi varlıklarını sürdürme derdine düşmüş durumda. Gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaşmaktansa belirli zümrelerin çıkarlarına hizmet ediyorlar. Oysa vakıflar, toplumun tamamını kapsayan bir adalet anlayışı üzerine kurulmuştu.
Şimdi şu soruyu kendimize soralım: Vakıflar, eski günlerde olduğu gibi, nasıl yeniden asli görevlerine dönebilir? Bunun yolu, bağımsızlıklarını yeniden kazanmaktan geçiyor. Vakıfların asıl gücü, dışarıdan gelen desteklerle değil, kendi kaynaklarıyla hareket edebilmelerindeydi. Bir vakıf, kendi ayakları üzerinde durduğunda, toplumun güvenini kazanır. Manevi sorumluluk bilinciyle hareket eden bir vakıf, sadece maddi yardımlar yapmaz; toplumu bir arada tutan adalet ve kardeşlik duygularını da güçlendirir.
Haydi gelin, hep birlikte bu sorumluluğu üstlenelim. Çünkü vakıflar, sadece geçmişin bir mirası değil, aynı zamanda geleceğin bir inşasıdır.