Hidayet romanlarının annesi
Bir hakikati, ya da hakikat olduğunu düşündüğün şeyi bir anda fark edersin. Sen farkında değilsen bile ruhun arıyordur onu. Bulursun.
İç dünyandaki bütün öteki gerçeklikler yıkılır.
Ya da yıkılmaz, yeniden kurulur.
“İşte bu” dersin, “Ben bunu arıyordum.”
‘Aydınlanma’ lafı çok kullanılmaya başlandı böyle durumlar için.
Biz ‘hidayet’ desek daha iyi.
En güzel, en öğretici ‘hidayet’ öyküsü İbrahim Peygamber’inki olmalı. Adım adım, aşama aşama.
Yanlışları, eksikleri eleye eleye.
Bütün dinlerde, bütün ideolojilerde bulursunuz hidayet öykülerini.
Tabii benim ‘hidayet’ dediğime başkası ‘sapma’ diyebilir.
Herkes kendi ‘hidayet’ini sever.
Muhammed Ali’yi çok severdik mesela.
(Dövmeseydi, dayak yeseydi o kadar sever miydik? Şüpheliyim. O halde, biz hidayeti mi seviyoruz, attığımız dayağı mı? Üzerinde düşünmek lazım.)
Fakat, aynı yıllarda hidayete eren Malcolm X’i neden çok geç tanıdık?
O devirdeki ‘İslamcılık’ın sağcılığı mı, Amerikancılığı mı sakladı onu bizden?
Bunu da düşünmek lazım.
Yine de çarpıcıdır hidayet öyküleri. Ya da bize öyle gelir.
Bizim hakikatimizi öğrendiğinde başkalarının sarsıldığını hissetmek güzeldir.
Bu hissi, dimağımız daha temizken, kalbimiz henüz lekelenmemişken daha yoğun, daha kuvvetli yaşarız.